3 Temmuz 2014 Perşembe

Dünyanın en amatör fotoğraf stüdyosu :)

Dün beyaz A3 üzerinde çektiğim fotoğraflar o kadar iğrençti ki nasıl bir nebze de olsa daha iyi fotoğraflar çekebilirim diye düşünürken evde en amatör ruhla bir fotoğraf çekme alanı oluşturmaya karar verdim. 

İhtiyacım olan aslında beyaz bir fon ve beyaz bir tabandan ibaretti, bir de bu ikisinin arasında çizgi olmaması, yani sonsuz fon. Evde bu fonu yapmanın yüzlerce yolunu internette bulabilirsiniz. Ben kendime en kolay gelen ve en ucuz bulduğum aşağıdaki ortamı yarattım.

Evde daha önce IKEA'dan aldığım ayaklı bir askı vardı.

Bu askıya bir rulo kağıt asarsam bu iş çözülür diye düşündüm, ki çözüldü de :) 


Yüzey olarak kullanacağım masayı ışığı objenin arkasından alacak şekilde konumlandırdım. Konumlandırdım deyince havalı bir şeymiş gibi oldu ama aslında üstünü boşaltıp ortaya çektim sadece :D

Bu arada bu işin en amele kısmı masanın üstünü boşaltmak bence, galiba 10bin çeşit falan ıvır zıvır var üstünde :(



 90 cm genişliğinde 180 gr kağıt kullandım. 5 mt kağıt aldım, gerekirse odayı boydan boya döşeyebilirim, işte bu çok iyi oldu çok lazımdı eheh :)                                                          



 Aşağıda telefonla çektiğim ilk fotoğraflar var. O mavilikler beni çok üzüyor dostlar :( 





Bana bir iyilik falan yapmak isterseniz hayrına bu işlerde yardım edebilirsiniz. Gerçekten hiç anlamıyorum, çok da bir beklentim yok gözü rahatsız etmeyen ürün odaklı doğru renklerde fotoğraflar çekeyim yeter. Gerisi de eğlenmecesi zaten :)


2 Temmuz 2014 Çarşamba

Abi hiç kurcalama dedi..




Kafam bi milyon dostlar!

"Yahu ben napıyorum burda?" diye düşünerek aniden istifa etmemin üzerinden bir hafta geçti. Bir yandan özgürlük hissi ve başarı inancı var evet, ama bir yanda da göt korkusu yok desem yalan olur. Önümüzdeki ay kirayı ödeyememek, eşe dosta borç takıp altından kalkamamak ihtimal dahilinde.

Fakat sabahları ne hikmetse tüm bu ihtimallere "hıhıı evet.." şeklinde yaklaşarak mutlu uyanıyorum. Yapmak istediğim bir şeyler var, biliyorum bir planım bile yok henüz, organize değilim, keşke biraz bir şeyler ayarlayıp da ayrılsaydım işimden.. Falan filan da, tarzım değil işte. Bünye aksiyon istiyor, bir sürünmek istiyorum yani genetik midir sosyolojik midir artık her neyse. Tam bir şeylere üzülecek pişman olacak gibi oluyorum, hemen o anda aşağıdaki sahne dönüyor beynimde. Napaydım?





Neyse öyle böyle bir şekilde her şey halledilir su akar yolunu bulura gidiyor benim kafa hemen.
Yeter ki istekler amaçlar olsun, inanılsın, hayal edilsin, gülümsenilsin, s.ktir edilsin. O değil de küfürlü konuşmadan blog kapatılmıyodur umarım o_o

Bir hayalim var dostlar, çok da bir şey değil aslında. İstiyorum ki kendi halimde olayım, kimseye zararım olmasın, şimdi bakıp tiksindiklerime dönüşmeyeyim, mala mülke çok değer verip tutsağı olmayayım.. 
Çalıştığım yerlerde bunu yapamayacağım anladım, nedense insanlar çalıştığı işlerin kölesi oluyorlar çünkü, bunu da bir erdem sayıyorlar ve herkesten bekliyorlar. Mesela şirketler size kariyer fırsatları sunuyor, fırsatlar? 30 sene falan çalışıp CEO olma fırsatı, başka insanları daha çok sömürme fırsatı, alt kademelerindeki insanları ezme fırsatı. Bazen evlerinde her işlerini yardımcılarına yaptıran, bok gibi parasını sağa sola çarpan yöneticilerin komik komik paralarla sömürülmelerine göz yumdukları çalışanları için üzülüp üzülmediklerini merak ediyorum. Ama sanırım üzülseler asla yönetici olmazlardı. İsmi bile fena, yönetici. Bir de marifetmiş gibi hedef diye gösteriyorlar insanlara bu kademeyi. Kimse de demiyor ki "Yahu nedir bu yönetici yani yönetici olmazsa yürümüyor mu işler?". Böyle gelmiş böyle gidiyor.

Ama inanıyorum ki böyle devam etmek zorunda değiliz. Daha genç insanlarız, görüyorum ki çevremdeki birçok insanın artık bu kariyer yalanlarına gözü tok. İnsanların gözü açılıyor, kariyer yapma ayağına nasıl köleleştiklerini fark ediyorlar. İşte ben de bu bence farkındalığı yüksek olan insanlara güveniyorum.

İnanıyorum ki bizler ve sonrakiler hiyerarşinin olmadığı, daha adil gelir dağılımının, daha insancıl çalışma şartlarının olduğu işler kuracağız. İşlerimizde beraber çalıştığımız insanların etinden sütünden nasıl daha çok faydalanacağımıza değil nasıl en iyi şartlarda kolektif olarak çalışacağımıza kafa yoracağız. 

İşler o kadar çirkin yürüyor ki, insanlar çalışmaktan tiksiniyor. Halbuki bu kadar ciddi olmak zorunda mıyız? Yaptığımız işlere "Takılıyoruz yaa.." gözüyle baksak ne olur ki? Biraz oyun oynasak, geyiğe vursak, gerektiği kadar çalışıp ne kazandıysak paylaşsak? Açlıktan ölür müyüz ki?

Kafamda deli sorular dostlar :)




30 Haziran 2014 Pazartesi

Ama iyi çalıştık..

Ama ne çalıştık arkadaş.. Çalışmalara doymadık.

Hayır bir yerden sonra çalışmaya da alışıyor insan, çalışmayınca bir tuhaflık boşluk hissediyor. Bir şeyi unutmuş olma hissi vardır ya, bir şey eksiktir ama bulamazsınız, o tarz gıcık bir his oluyor içinizde.

Yalnız o değil de iyi çalıştık. Bir düşündüm de daha el kadarken bile LGS vardı şaka gibi. Liselere giriş sınavı oh yeah! Sonra ÖSS vardı, dershaneler özel dersler onlara da bir güzel yardırdık. Sonra üniversiteye başladık hemen, liseden sonra birkaç sene boş boş gezmek gibi bir vizyonumuz olmadı hiç, olsa da konusu açıldığı anda yüreğine inecek akrabalar falan vardı. Üniversiteye girdik daha da çok çalıştık bu sefer. Hatta öyle bir çalıştık ki "ÖSS'de böyle çalışsam ilk 500'e girerdim." geyikleri yaptık. Okumayana ekmek yok, işleyen demir ışıldar falan derken yazları da yaz okulu staj ne varsa çalışma adına yaptık. Son yıl bir yandan da iş bulmak için çalışmaya başladık, bazılarımız part time falan çalıştık mezun olduğumda tecrübem olsun diye. Saçmalık.. Neyse üniversitede yeterince çalıştıktan sonra işe girdik yine bir güzel gece gündüz hafta sonu demeden yine çalıştık.

Ama ne çalıştık. Bok var gibi oraya buraya iyi koştuk. Hep aman zamanımız boşa gitmesin, aman her fırsatta kendimi geliştireyim falan diye yırtındık durduk kendimizi bildiğimizden beri.

Biri de çıkıp demedi ki "Evladım yavrum ne gerek var bu kadar çalışmaya, rahat ool biraz keyfine bak!".

Nedir bu tembelliğe olan nefret yani? Tembellik de bir tarz sonuçta, o da hayatın bir parçası. Biraz aylaklığın serseriliğin kime ne zararı var! Sanki çok çalışıp bilim üretiyoruz ya da devrimler falan yapıyoruz. Yok yahu kıytırık yalan yalan işler yapıyoruz. Biz birbirimizi biliriz dostlar kendimizi kandırmayalım.
Velhasıl, bence tembellik yapmanın normal hatta gerekli görüldüğü bir düzen kurmalıyız. Oraya buraya koşturup bir boka yaramayan şeyleri kafaya takacağımıza anın güzelliklerini yaşamalıyız. -Oo blogda bok dedim o_o
Neyse işte, mesela sahilde yatarken bile kitap okuyoruz müzik dinliyoruz ya, bazen sahilde yatarken sadece sahilde yatmalıyız. Boş boş gelene geçene falan bakabiliriz mesela, ya da öyle mal gibi durabiliriz de sadece.

Tüm dünyayı daha az çalışmaya davet ediyorum dostlar.
Yaşasın aylaklık! :)


*_*



29 Mart 2014 Cumartesi

Thoreau Ne Diyor?


  

Geçenlerde "Yürüyüşe Övgü" yü okurken yeni biriyle tanıştım, Henry David Thoreau.
Belki bu zamana kadar tanışmamış olmamız utanç verici ama bir şekilde karşıma çıkmamıştı. Zaten sürekli bir şeylerin peşinde koşarken hep başka şeyleri kaçırırız.

Hep koşmamız gerektiği hissi bizi sardığında algılarımız kapanır, duyularımız yüzeyselleşir. Mesela koşarken yağmur yağarsa o yağmur bir engeldir, üzerinize sıçrayan sudur ya da trafiğin kaynağı. Yağmurun güzelliği, su damlalarınız yer çekimiyle üzerinize ve tüm dünya örtüsüne düşmesi, ıslanmanız ve serinlemeniz ya da üşümeniz anlamsızlaşır. Yağmur doğadan bir hediye değil bir eziyettir. Ama işte yağmurun güzelliğini hissetmemiz için durmamız gerekiyor ya da en azından yavaşlamamız.

Konuyu dağıtmayayım, işte hep böyle okul iş falan boş işler peşinde koşarken hayatın değerli yanlarıyla karşılaşma ihtimalimizi azaltıyoruz. Boş iş demişken Bernard Shaw'ın "Çocukluğumdan beri okula gitmek için eğitimime ara vermek zorunda kalmışımdır." deyişini hatırlayalım. Velhasıl, bu koşturma içinde kitap okumak, boş boş dolaşmak hatta sadece boş durup düşünmek bile lüks haline geliyor. Böyle olunca da Thoreau'yla tanışmam bu zamana kalıyor, daha kimbilir neler neler kaçırıyorum düşüncesiyle. Neyse konuyu da bir şekilde yeniden Thoreau'ya bağladık. Kıpss.

Thoreau 1800'lü yılların başında Amerika'da doğmuş bir düşünür, yazar, doğasever, kölelik karşıtı ve sivil direnişçi. Sivil İtaatsizlik adlı denemesi bu alanda öncülük etmiş ve kendinden sonraki bir çok düşünce insanını etkilemiş. Bir de Walden isimli başyapıtı var, bir göl kenarına inşa ettiği kulübesinde yaşadığı iki yılda yazmış. Okuma listesine alındı.

Şöyle bir de deyişi var:
"I went to the woods because I wished to live deliberately, to front only the essential facts of life, and see if I could not learn what it had to teach, and not, when I came to die, discover that I had not lived. I did not wish to live what was not life, living is so dear; nor did I wish to practise resignation, unless it was quite necessary. I wanted to live deep and suck out all the marrow of life, to live so sturdily and Spartan-like as to put to rout all that was not life, to cut a broad swath and shave close, to drive life into a corner, and reduce it to its lowest terms."

Thoreau aynı zamanda bir 
vergi direnişçisi. İnanmadığı bir devlet yapısının zorunlu tuttuğu ödemelere karşı çıkıyor ve bir gün ödemediği vergiler yüzünden hapse giriyor.
Bu bugünlerde ilgimizi çekmesi gereken bir konu. Birçoğumuz birilerinin cebine giden vergilerimizin farkındayız ve bu haksızlığa boyun eğiyoruz. Elektrik faturasına TRT vergisi ekleniyor mesela, yalan haberlerle insanların beyni doldurulsun diye destek olmuş oluyoruz. Evinde TV olmayan bir insan olarak TRT vergisi ödemeye devam etmemin absürdlüğü bir yana, o vergiyle döndürülen işler de yine bana zarar veriyor. Tüm sistem insana ve doğaya karşı işlerken kitleler olarak bu sisteme vergilerimizle maddi destek veriyoruz. Bu konuda ne yapabiliriz? Bu ortak akılla düşünülmesi tartışılması gereken bir konu.

Günler anlamsız ve değersiz bir rutinlik içinde akıp giderken bir kitapta 1800'lü yıllarda sivil itaatsizlikten bahsetmiş bir adamla karşılaşmak insanı mutlu ediyor, bir yandan da devletlerin, sistemlerin nasıl temelde hiç değişmediğini hatırlatıyor. Kimbilir ne kadar zamandır bireyler toplum ve devlet yapısıyla ezilip kendilerini yakan ateşi güçlendirmeye mahkum oluyorlar. Kimbilir ne zamandır en değerli kavram olması gereken insan hayatı ve hakları kolayca çiğneniyor ve insanlar birer sayı olarak görülüyor. Bir insan devlete ödediği x lira vergi, y partisine verdiği 1 adet oy, sistemi ayakta tutan milyonlarca işçiden 1'i ve daha birkaç sayısal değer. 

Ama umutsuz da değilim, içine doğduğum ve parçası olduğum saçmalık silsilesini merak ediyorum ve anlarken bir yandan acı çekip bir yandan eğleniyorum. Bir gün 1800'lerden bir direnişçiyle tanışmak bana büyük bir zevk veriyor, kapıldığım günlük rutine uzaktan bakma şansı yakalıyorum. Yarın nelerle karşılaşacağız kimbilir? 

Özellikle yarın?

21 Mart 2014 Cuma

Susun, herkes sussun!

Tuhaf şeyler oluyor dostlar, tuhaf zamanlarda yaşıyoruz.

Her şey normalmiş gibi yaşamaya karar verdiğim her an, gözümü kapatıp açana kadar yeni bir şokla karşılaşıyorum. İşte öyle bir zaman.

Dünkü parkların birden kışlaya dönüştürüleceği tutuyor. "Ağaçları kesmeyin." deniyor, diyeni vuruyorlar. Meydanlarda yürüyorsunuz, "Durun!" diyorlar. Vurulana ağlanıyor, "Susun." diyorlar. Susulur, susulur tabii.. Susmak için bile bazı şartlar gerekir ama, o şartlar olsa kim neden bağırsın, susulur.

"Susun." diyorlar, susmanıza izin vermiyorlar. Başınızı çeviriyorsunuz, haksızlıklara gözlerinizi kapatmaya çalışıyorsunuz, hep bağırarak yaşanmaz biliyorsunuz; ama ne yana dönseniz o yandan vuruyorlar.

Bazı oğullar milyonlara lira diyor, siz haftada en az 45 saat karın tokluğuna çalışıyorsunuz. Ama susmanız gerekiyor.

Kazandığınız üç kuruşun da üçte birini devlete haraç veriyorsunuz; devlet diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Tek rakamlı enflasyonlar çıkıyor nasıl oluyorsa, üç kuruşa çalışıyordunuz ya, ona da enflasyon oranında zam alıyorsunuz. Fakirleşiyorsunuz, ama susmanız gerekiyor.

"Para nedir ki.." diyorsunuz, herkeste biraz olsa neden yetmesin. Herkese biraz vermiyorlar, açlıktan insanlar ölüyor. Ama susun diyorlar, susmanız gerekiyor.

Fırsat eşitsizliği almış yürüyor, para hep en çok konuşuyor, etik nedir unutuluyor. Ama "money talks" diyorlar, susmanız gerekiyor.

Eğitim, bilim var diyorsunuz; bir bakıyorsunuz ilkokullarda dağıtılan kitaplar bile ahlaksızlık abidesi. Bir bakıyorsunuz 9 yaşındaki çocukların okuyacağı kitaplarda bakirelikten bahsediliyor. Çocuklar okullarda zehirleniyor, toplum yapısı diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Dinler çirkinleşiyor,insanlar çirkinleşiyor. Mantığın yerini yobazlık alıyor. Kitapta yazanı evirip çevirip önünüze koyuyorlar. Din bizim diyorlar, tanrıyı da biz biliriz. Bilirler tabii.. Susmanız gerekiyor.

Çocuklar gelin oluyor, tecavüzcüler babalığı hak ediyor. Kadın bedenleri metalaştırılıyor. Kadınlık onurunuzu incitiyorlar. Ama "Kadın evinin süsüdür." diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Dünkü dostlar düşman oluyor, insanlar kinle doluyor. Yüzde ellimiz diyorlar, susmanız gerekiyor.

Sanatı özlüyorsunuz, sinemaları yıkıyorlar. Tiyatroları sansürlüyorlar. Heykellere ucube diyorlar. Kalbinizi sertleştirmeye çalışıyorlar. Susmanız gerekiyor.

İstediğiniz sadece onurlu, insanca bir hayat sürmek olabilir. Çok az şeyle yetinmeye hazır olabilirsiniz. Kendi küçük dünyanıza çekilmek bile belki yeterli olabilir. Ama size o küçük dünyayı vermiyorlar. En mahreminize kadar giriyorlar. "Susun!" diyorlar, susmanız gerekiyor.

Susun! Herkes sussun! Susmanız gerekiyor.
Susmassanız önünüzü keserler, fişlerler, başınızdan vururlar, tecavüz ederler, yollu derler, gözaltına alırlar, işinizden olursunuz, belki açlıktan ölürsünüz, gavur olursunuz, öteki olarak kalırsınız, meydandaki marjinal olarak kalır adınız.
Haydi hep beraber susalım mı?






3 Temmuz 2014 Perşembe

Dünyanın en amatör fotoğraf stüdyosu :)

Dün beyaz A3 üzerinde çektiğim fotoğraflar o kadar iğrençti ki nasıl bir nebze de olsa daha iyi fotoğraflar çekebilirim diye düşünürken evde en amatör ruhla bir fotoğraf çekme alanı oluşturmaya karar verdim. 

İhtiyacım olan aslında beyaz bir fon ve beyaz bir tabandan ibaretti, bir de bu ikisinin arasında çizgi olmaması, yani sonsuz fon. Evde bu fonu yapmanın yüzlerce yolunu internette bulabilirsiniz. Ben kendime en kolay gelen ve en ucuz bulduğum aşağıdaki ortamı yarattım.

Evde daha önce IKEA'dan aldığım ayaklı bir askı vardı.

Bu askıya bir rulo kağıt asarsam bu iş çözülür diye düşündüm, ki çözüldü de :) 


Yüzey olarak kullanacağım masayı ışığı objenin arkasından alacak şekilde konumlandırdım. Konumlandırdım deyince havalı bir şeymiş gibi oldu ama aslında üstünü boşaltıp ortaya çektim sadece :D

Bu arada bu işin en amele kısmı masanın üstünü boşaltmak bence, galiba 10bin çeşit falan ıvır zıvır var üstünde :(



 90 cm genişliğinde 180 gr kağıt kullandım. 5 mt kağıt aldım, gerekirse odayı boydan boya döşeyebilirim, işte bu çok iyi oldu çok lazımdı eheh :)                                                          



 Aşağıda telefonla çektiğim ilk fotoğraflar var. O mavilikler beni çok üzüyor dostlar :( 





Bana bir iyilik falan yapmak isterseniz hayrına bu işlerde yardım edebilirsiniz. Gerçekten hiç anlamıyorum, çok da bir beklentim yok gözü rahatsız etmeyen ürün odaklı doğru renklerde fotoğraflar çekeyim yeter. Gerisi de eğlenmecesi zaten :)


2 Temmuz 2014 Çarşamba

Abi hiç kurcalama dedi..




Kafam bi milyon dostlar!

"Yahu ben napıyorum burda?" diye düşünerek aniden istifa etmemin üzerinden bir hafta geçti. Bir yandan özgürlük hissi ve başarı inancı var evet, ama bir yanda da göt korkusu yok desem yalan olur. Önümüzdeki ay kirayı ödeyememek, eşe dosta borç takıp altından kalkamamak ihtimal dahilinde.

Fakat sabahları ne hikmetse tüm bu ihtimallere "hıhıı evet.." şeklinde yaklaşarak mutlu uyanıyorum. Yapmak istediğim bir şeyler var, biliyorum bir planım bile yok henüz, organize değilim, keşke biraz bir şeyler ayarlayıp da ayrılsaydım işimden.. Falan filan da, tarzım değil işte. Bünye aksiyon istiyor, bir sürünmek istiyorum yani genetik midir sosyolojik midir artık her neyse. Tam bir şeylere üzülecek pişman olacak gibi oluyorum, hemen o anda aşağıdaki sahne dönüyor beynimde. Napaydım?





Neyse öyle böyle bir şekilde her şey halledilir su akar yolunu bulura gidiyor benim kafa hemen.
Yeter ki istekler amaçlar olsun, inanılsın, hayal edilsin, gülümsenilsin, s.ktir edilsin. O değil de küfürlü konuşmadan blog kapatılmıyodur umarım o_o

Bir hayalim var dostlar, çok da bir şey değil aslında. İstiyorum ki kendi halimde olayım, kimseye zararım olmasın, şimdi bakıp tiksindiklerime dönüşmeyeyim, mala mülke çok değer verip tutsağı olmayayım.. 
Çalıştığım yerlerde bunu yapamayacağım anladım, nedense insanlar çalıştığı işlerin kölesi oluyorlar çünkü, bunu da bir erdem sayıyorlar ve herkesten bekliyorlar. Mesela şirketler size kariyer fırsatları sunuyor, fırsatlar? 30 sene falan çalışıp CEO olma fırsatı, başka insanları daha çok sömürme fırsatı, alt kademelerindeki insanları ezme fırsatı. Bazen evlerinde her işlerini yardımcılarına yaptıran, bok gibi parasını sağa sola çarpan yöneticilerin komik komik paralarla sömürülmelerine göz yumdukları çalışanları için üzülüp üzülmediklerini merak ediyorum. Ama sanırım üzülseler asla yönetici olmazlardı. İsmi bile fena, yönetici. Bir de marifetmiş gibi hedef diye gösteriyorlar insanlara bu kademeyi. Kimse de demiyor ki "Yahu nedir bu yönetici yani yönetici olmazsa yürümüyor mu işler?". Böyle gelmiş böyle gidiyor.

Ama inanıyorum ki böyle devam etmek zorunda değiliz. Daha genç insanlarız, görüyorum ki çevremdeki birçok insanın artık bu kariyer yalanlarına gözü tok. İnsanların gözü açılıyor, kariyer yapma ayağına nasıl köleleştiklerini fark ediyorlar. İşte ben de bu bence farkındalığı yüksek olan insanlara güveniyorum.

İnanıyorum ki bizler ve sonrakiler hiyerarşinin olmadığı, daha adil gelir dağılımının, daha insancıl çalışma şartlarının olduğu işler kuracağız. İşlerimizde beraber çalıştığımız insanların etinden sütünden nasıl daha çok faydalanacağımıza değil nasıl en iyi şartlarda kolektif olarak çalışacağımıza kafa yoracağız. 

İşler o kadar çirkin yürüyor ki, insanlar çalışmaktan tiksiniyor. Halbuki bu kadar ciddi olmak zorunda mıyız? Yaptığımız işlere "Takılıyoruz yaa.." gözüyle baksak ne olur ki? Biraz oyun oynasak, geyiğe vursak, gerektiği kadar çalışıp ne kazandıysak paylaşsak? Açlıktan ölür müyüz ki?

Kafamda deli sorular dostlar :)




30 Haziran 2014 Pazartesi

Ama iyi çalıştık..

Ama ne çalıştık arkadaş.. Çalışmalara doymadık.

Hayır bir yerden sonra çalışmaya da alışıyor insan, çalışmayınca bir tuhaflık boşluk hissediyor. Bir şeyi unutmuş olma hissi vardır ya, bir şey eksiktir ama bulamazsınız, o tarz gıcık bir his oluyor içinizde.

Yalnız o değil de iyi çalıştık. Bir düşündüm de daha el kadarken bile LGS vardı şaka gibi. Liselere giriş sınavı oh yeah! Sonra ÖSS vardı, dershaneler özel dersler onlara da bir güzel yardırdık. Sonra üniversiteye başladık hemen, liseden sonra birkaç sene boş boş gezmek gibi bir vizyonumuz olmadı hiç, olsa da konusu açıldığı anda yüreğine inecek akrabalar falan vardı. Üniversiteye girdik daha da çok çalıştık bu sefer. Hatta öyle bir çalıştık ki "ÖSS'de böyle çalışsam ilk 500'e girerdim." geyikleri yaptık. Okumayana ekmek yok, işleyen demir ışıldar falan derken yazları da yaz okulu staj ne varsa çalışma adına yaptık. Son yıl bir yandan da iş bulmak için çalışmaya başladık, bazılarımız part time falan çalıştık mezun olduğumda tecrübem olsun diye. Saçmalık.. Neyse üniversitede yeterince çalıştıktan sonra işe girdik yine bir güzel gece gündüz hafta sonu demeden yine çalıştık.

Ama ne çalıştık. Bok var gibi oraya buraya iyi koştuk. Hep aman zamanımız boşa gitmesin, aman her fırsatta kendimi geliştireyim falan diye yırtındık durduk kendimizi bildiğimizden beri.

Biri de çıkıp demedi ki "Evladım yavrum ne gerek var bu kadar çalışmaya, rahat ool biraz keyfine bak!".

Nedir bu tembelliğe olan nefret yani? Tembellik de bir tarz sonuçta, o da hayatın bir parçası. Biraz aylaklığın serseriliğin kime ne zararı var! Sanki çok çalışıp bilim üretiyoruz ya da devrimler falan yapıyoruz. Yok yahu kıytırık yalan yalan işler yapıyoruz. Biz birbirimizi biliriz dostlar kendimizi kandırmayalım.
Velhasıl, bence tembellik yapmanın normal hatta gerekli görüldüğü bir düzen kurmalıyız. Oraya buraya koşturup bir boka yaramayan şeyleri kafaya takacağımıza anın güzelliklerini yaşamalıyız. -Oo blogda bok dedim o_o
Neyse işte, mesela sahilde yatarken bile kitap okuyoruz müzik dinliyoruz ya, bazen sahilde yatarken sadece sahilde yatmalıyız. Boş boş gelene geçene falan bakabiliriz mesela, ya da öyle mal gibi durabiliriz de sadece.

Tüm dünyayı daha az çalışmaya davet ediyorum dostlar.
Yaşasın aylaklık! :)


*_*



29 Mart 2014 Cumartesi

Thoreau Ne Diyor?


  

Geçenlerde "Yürüyüşe Övgü" yü okurken yeni biriyle tanıştım, Henry David Thoreau.
Belki bu zamana kadar tanışmamış olmamız utanç verici ama bir şekilde karşıma çıkmamıştı. Zaten sürekli bir şeylerin peşinde koşarken hep başka şeyleri kaçırırız.

Hep koşmamız gerektiği hissi bizi sardığında algılarımız kapanır, duyularımız yüzeyselleşir. Mesela koşarken yağmur yağarsa o yağmur bir engeldir, üzerinize sıçrayan sudur ya da trafiğin kaynağı. Yağmurun güzelliği, su damlalarınız yer çekimiyle üzerinize ve tüm dünya örtüsüne düşmesi, ıslanmanız ve serinlemeniz ya da üşümeniz anlamsızlaşır. Yağmur doğadan bir hediye değil bir eziyettir. Ama işte yağmurun güzelliğini hissetmemiz için durmamız gerekiyor ya da en azından yavaşlamamız.

Konuyu dağıtmayayım, işte hep böyle okul iş falan boş işler peşinde koşarken hayatın değerli yanlarıyla karşılaşma ihtimalimizi azaltıyoruz. Boş iş demişken Bernard Shaw'ın "Çocukluğumdan beri okula gitmek için eğitimime ara vermek zorunda kalmışımdır." deyişini hatırlayalım. Velhasıl, bu koşturma içinde kitap okumak, boş boş dolaşmak hatta sadece boş durup düşünmek bile lüks haline geliyor. Böyle olunca da Thoreau'yla tanışmam bu zamana kalıyor, daha kimbilir neler neler kaçırıyorum düşüncesiyle. Neyse konuyu da bir şekilde yeniden Thoreau'ya bağladık. Kıpss.

Thoreau 1800'lü yılların başında Amerika'da doğmuş bir düşünür, yazar, doğasever, kölelik karşıtı ve sivil direnişçi. Sivil İtaatsizlik adlı denemesi bu alanda öncülük etmiş ve kendinden sonraki bir çok düşünce insanını etkilemiş. Bir de Walden isimli başyapıtı var, bir göl kenarına inşa ettiği kulübesinde yaşadığı iki yılda yazmış. Okuma listesine alındı.

Şöyle bir de deyişi var:
"I went to the woods because I wished to live deliberately, to front only the essential facts of life, and see if I could not learn what it had to teach, and not, when I came to die, discover that I had not lived. I did not wish to live what was not life, living is so dear; nor did I wish to practise resignation, unless it was quite necessary. I wanted to live deep and suck out all the marrow of life, to live so sturdily and Spartan-like as to put to rout all that was not life, to cut a broad swath and shave close, to drive life into a corner, and reduce it to its lowest terms."

Thoreau aynı zamanda bir 
vergi direnişçisi. İnanmadığı bir devlet yapısının zorunlu tuttuğu ödemelere karşı çıkıyor ve bir gün ödemediği vergiler yüzünden hapse giriyor.
Bu bugünlerde ilgimizi çekmesi gereken bir konu. Birçoğumuz birilerinin cebine giden vergilerimizin farkındayız ve bu haksızlığa boyun eğiyoruz. Elektrik faturasına TRT vergisi ekleniyor mesela, yalan haberlerle insanların beyni doldurulsun diye destek olmuş oluyoruz. Evinde TV olmayan bir insan olarak TRT vergisi ödemeye devam etmemin absürdlüğü bir yana, o vergiyle döndürülen işler de yine bana zarar veriyor. Tüm sistem insana ve doğaya karşı işlerken kitleler olarak bu sisteme vergilerimizle maddi destek veriyoruz. Bu konuda ne yapabiliriz? Bu ortak akılla düşünülmesi tartışılması gereken bir konu.

Günler anlamsız ve değersiz bir rutinlik içinde akıp giderken bir kitapta 1800'lü yıllarda sivil itaatsizlikten bahsetmiş bir adamla karşılaşmak insanı mutlu ediyor, bir yandan da devletlerin, sistemlerin nasıl temelde hiç değişmediğini hatırlatıyor. Kimbilir ne kadar zamandır bireyler toplum ve devlet yapısıyla ezilip kendilerini yakan ateşi güçlendirmeye mahkum oluyorlar. Kimbilir ne zamandır en değerli kavram olması gereken insan hayatı ve hakları kolayca çiğneniyor ve insanlar birer sayı olarak görülüyor. Bir insan devlete ödediği x lira vergi, y partisine verdiği 1 adet oy, sistemi ayakta tutan milyonlarca işçiden 1'i ve daha birkaç sayısal değer. 

Ama umutsuz da değilim, içine doğduğum ve parçası olduğum saçmalık silsilesini merak ediyorum ve anlarken bir yandan acı çekip bir yandan eğleniyorum. Bir gün 1800'lerden bir direnişçiyle tanışmak bana büyük bir zevk veriyor, kapıldığım günlük rutine uzaktan bakma şansı yakalıyorum. Yarın nelerle karşılaşacağız kimbilir? 

Özellikle yarın?

21 Mart 2014 Cuma

Susun, herkes sussun!

Tuhaf şeyler oluyor dostlar, tuhaf zamanlarda yaşıyoruz.

Her şey normalmiş gibi yaşamaya karar verdiğim her an, gözümü kapatıp açana kadar yeni bir şokla karşılaşıyorum. İşte öyle bir zaman.

Dünkü parkların birden kışlaya dönüştürüleceği tutuyor. "Ağaçları kesmeyin." deniyor, diyeni vuruyorlar. Meydanlarda yürüyorsunuz, "Durun!" diyorlar. Vurulana ağlanıyor, "Susun." diyorlar. Susulur, susulur tabii.. Susmak için bile bazı şartlar gerekir ama, o şartlar olsa kim neden bağırsın, susulur.

"Susun." diyorlar, susmanıza izin vermiyorlar. Başınızı çeviriyorsunuz, haksızlıklara gözlerinizi kapatmaya çalışıyorsunuz, hep bağırarak yaşanmaz biliyorsunuz; ama ne yana dönseniz o yandan vuruyorlar.

Bazı oğullar milyonlara lira diyor, siz haftada en az 45 saat karın tokluğuna çalışıyorsunuz. Ama susmanız gerekiyor.

Kazandığınız üç kuruşun da üçte birini devlete haraç veriyorsunuz; devlet diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Tek rakamlı enflasyonlar çıkıyor nasıl oluyorsa, üç kuruşa çalışıyordunuz ya, ona da enflasyon oranında zam alıyorsunuz. Fakirleşiyorsunuz, ama susmanız gerekiyor.

"Para nedir ki.." diyorsunuz, herkeste biraz olsa neden yetmesin. Herkese biraz vermiyorlar, açlıktan insanlar ölüyor. Ama susun diyorlar, susmanız gerekiyor.

Fırsat eşitsizliği almış yürüyor, para hep en çok konuşuyor, etik nedir unutuluyor. Ama "money talks" diyorlar, susmanız gerekiyor.

Eğitim, bilim var diyorsunuz; bir bakıyorsunuz ilkokullarda dağıtılan kitaplar bile ahlaksızlık abidesi. Bir bakıyorsunuz 9 yaşındaki çocukların okuyacağı kitaplarda bakirelikten bahsediliyor. Çocuklar okullarda zehirleniyor, toplum yapısı diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Dinler çirkinleşiyor,insanlar çirkinleşiyor. Mantığın yerini yobazlık alıyor. Kitapta yazanı evirip çevirip önünüze koyuyorlar. Din bizim diyorlar, tanrıyı da biz biliriz. Bilirler tabii.. Susmanız gerekiyor.

Çocuklar gelin oluyor, tecavüzcüler babalığı hak ediyor. Kadın bedenleri metalaştırılıyor. Kadınlık onurunuzu incitiyorlar. Ama "Kadın evinin süsüdür." diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Dünkü dostlar düşman oluyor, insanlar kinle doluyor. Yüzde ellimiz diyorlar, susmanız gerekiyor.

Sanatı özlüyorsunuz, sinemaları yıkıyorlar. Tiyatroları sansürlüyorlar. Heykellere ucube diyorlar. Kalbinizi sertleştirmeye çalışıyorlar. Susmanız gerekiyor.

İstediğiniz sadece onurlu, insanca bir hayat sürmek olabilir. Çok az şeyle yetinmeye hazır olabilirsiniz. Kendi küçük dünyanıza çekilmek bile belki yeterli olabilir. Ama size o küçük dünyayı vermiyorlar. En mahreminize kadar giriyorlar. "Susun!" diyorlar, susmanız gerekiyor.

Susun! Herkes sussun! Susmanız gerekiyor.
Susmassanız önünüzü keserler, fişlerler, başınızdan vururlar, tecavüz ederler, yollu derler, gözaltına alırlar, işinizden olursunuz, belki açlıktan ölürsünüz, gavur olursunuz, öteki olarak kalırsınız, meydandaki marjinal olarak kalır adınız.
Haydi hep beraber susalım mı?