31 Ocak 2013 Perşembe

Türk Kültüründe Kahve


Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır bu topraklarda.

Sohbetin, dostluğun, kimi zaman saygının, kimi zaman misafirperverliğin simgesi olan Türk kahvesinin Türk-Osmanlı kültürüne girişi 1500'lü yıllara dayanır. Muhteşem Süleyman'ın Yemen valisi Özdemir Paşa Yemen'den saraya getirir kahveyi. Saray mutfağında yeni bir usulle pişirilmeye başlanan kahve Türk kahvesi adını alır. Güğüm ve cezvelerde pişirilen kahve lokum, su, şerbet gibi lezzetlerle sunurulur.

Sarayda kahve o kadar tutulur ki "kahvecibaşı" diye bir lakap oluşur, 40'ın üzerinde kişiden oluşan ekip en mükemmel kahveyi hazırlamak ve sunmak için uğraşır durur. Cariyelere Türk kahvesi pişirmenin incelikleri öğretilir. Saraydan önce konaklara, sonra kahvehanelere ve sıradan halkın evlerine giren kahve bugüne kadar öneminden hiçbir şey kaybetmeden ulaşır.

Türk kültüründe kahve bir içecekten çok daha fazlasıdır. Öyle ki Türk kahvesi deyince bazılarının aklına içecekten bambaşka şeyler gelebilir; fal, kıraathane, kız isteme gibi...

Geçen sene katıldığım bir workshopta çeşitli ürünlerin asıl fonksiyonları dışındaki fonksiyonlarını incelemiştik. İnceleme konularımızdan biri de Türk kahvesiydi. Tahmin edileceği gibi "Türk kahvesi ne işe yarar?" sorusunun cevabı "bir içecek"ten çok daha fazlasıydı.

workshop Türk kahvesi analizi

Çok kısık ateşte, tercihen közde yavaş yavaş pişirilen Türk kahvesi geleneksel Türk kahvesi fincanında sunulur. Genelde porselenden yapılmış fincan saplı ya da sapsız olabilir. Sapsız fincanlar bakır vb. malzemeden yapılmış fincan zarflarında sunulur, ki bu zarflar başlı başına birer sanat eseridir.



Türk kahvesi zarf-tabak

antika fincan zarfları
Kahve sunumunun ana objeleri fincan, fincan zarfı, fincan tabağı, lokumluk, su bardağı ve servis tepsisidir. Bu öğelerin her biri kendi içinde o kadar geniş ve yapılmış o kadar güzel örnekler var ki, belki ilerde ayrı başlıklar olarak yayınlayacağım :)

Şimdi daha çok Türk kahvesinin günlük hayatımızdaki yerinden bahsetmek istiyorum.
Günün ilk kahvesi genelde kahvaltı ile öğle yemeği arasında içilir. Bunu kahve-altı:kahvaltı kelimesinden de rahatça çıkarabiliyoruz. Başlı başına bir keyif olarak görülen Türk kahvesi aslında gün içinde kendimize verdiğimiz bir mola ve küçük bir hediyedir.

Bazen de Türk kahvesinin keyfi içildikten sonra başlar, fallar kapatılır :) Fala bakan "3 vakte kadar şöyle şeyler olacak, aaa senin yüreğin kabarmış, yılan var burda senin düşmanların var kıskanıyorlar çekemiyorlar." gibi şeyler söyler, fal baktıran da "Doğru doğruu biliyorum ben o sinsinin kim olduğunu" diyerek falcıyı onaylar. Herkes eğlenir.


Bu topraklarda fala inanılmaz, falsız da kalınmaz.

Türk kahvesinin vazgeçilmez olduğu bir alansa kız isteme merasimleridir. "Bakalım kızımız kahveyi köpüklü yapabiliyor mu, marifetli mi benim oğluşuma bakabilir mi?" diye düşünen oğlanın annesinin içini ferahlatmak için Türk kahvesi pişirilir, gelin adayı servisini yapar. Burada kritik nokta damat adayının kahvesine atılacak tuzdur. Eğer damat tuzlu kahveyi gıkını çıkarmadan içerse sınavı geçer, adam olacak çocuktur kendisi. Yok "Bu ne yaa içmem ben bunu!" derse huysuz adam çekilmez diye düşünülür ve kapı dışarı edilir.

kızınızı oğlumuza

Vee gelelim kahvenin çok bilinmeyen başka bir işlevine. "Kalk git kahvesi" der annem bu kahveye, akşam oturmasına gelen misafirler oturup kaldıysa ve yakında gideceklerine dair de bir belirti yoksa, evsahiplerinin de uyku başına vurmaya başladıysa "E hadi birer kahve içelim." der ve hemen mutfağa koşturur. Alttan alta "Kahve içelim de uykumuz kaçsın yani öyle uykumuz geldi ki başka türlü ayakta duramıyoruz!" gibi anlamlar içerdiğini düşündüğüm bu kahve kalk git kahvesi şakasıyla misafirlere sunulur.

Velhasız kavenin hayatımızdaki işlevleri saymakla bitmez; kahvehane kültürüne, bir kahve içmeye davet etmelere hiç girmedim bile henüz. Sırf roman gibi blog yazmamak adına tutuyorum kendimi, elim ayağım titriyor aslında yazayım diye :)

Kahveler ister köpüklü olsun ister köpüksüz, yeter ki neşemiz yerinde olsun.

Hepimizin bildiği gibi, kahve bahane :)

Üşüyoruz Reyiz


Dışarısı buz gibi, daha kötüsü içerisi de buz gibi! Yüksek doğalgaz faturaları korkulu rüyam olurken, bir yandan da çetin hava şartlarına uyum sağladım. Çevre koşullarına uyum sağlamak adına evrimleşmeye çalışıyorum, zorla!
Böyle zamanlarda insanın canı nasıl deniz, güneş, dalga sesi çekiyor...
Atlayıp yazı yaşayan ülkelere gidemeyen çoğunluk için sizlerle yazsal mekanlar paylaşayım istedim.
Nedir yaz keyfi, kumsala öylesine atılmış bir havlu, akşam esintisinde içine gömülmelik bir hamak, teras çiçekleri :)








Şu an buna da razıyım, güneş vursun yeter

Hep beraber yaz gelmesi için dua edelim, belki sinerji yaratırız geliverir. Geçen gün mesela allam nolur kar yağsın dedim yağdı, hatta buz yağdı, düşünün duanın etkisini! Velhasıl umudu elden bırakmamak lazım.

Yaz insanından sevgilerle...


30 Ocak 2013 Çarşamba

Fahriye Abla


Dün Fahriye Abla şiirinin filmini izledim. Filmin özeti şöyle:

"Mahallenin en güzel, en alımlı kızıdır Fahriye. Hayatta hiç bir şeyi de öyle fazla kafaya takmaz. Gerektiği kadar harbi, gerektiği kadar da nazlıdır. Tam ateşli bir aşk yaşadığı gizli sevgilisine kaçacakken Erzurumlu bir adamla evlendirir ailesi onu. Bakire çıkmadığı için kocası kıyameti koparınca Fahriye de onu bıçaklayıp hapsi boylar.
Hapisle birlikte yeni bir hayat başlar Fahriye için. Çıktığında bir fabrikada işe başlar ve burada da aşk onu ya da o aşkı bulur. Oysa geçmişte kapanmamış bazı defterler karşısına çıkacaktır en olmadık zamanda."            ( kaynak: www.beyazperde.com )


Fahriye Abla

Filmde her an bir ekşın var, ileri sarıp izlemeli film değil pek. Bol bol da iç karartıcı sahneler kasvet vs var, konusu itibariyle normal olarak. Gelelim Fahriye ablamızın şiirine :)


Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin , dişlerin ve akpak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen fahriye abla

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçede akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun fahriye abla

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı , boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen fahriye abla

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocandamısın
Hala dağları karlı erzincandamısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen fahriye abla
             
Ahmet Muhip DIRANAS

Kahvenin Hikayesi




Şeytan kadar siyah,
Cehennem kadar sıcak,
Melek kadar saf,
Aşk kadar tatlı…


Böyle tarif etmiş zamanında kahveyi Charles Maurice Talleyrand



Kökeni Arapça “gahwah” kelimesinden gelen, anlamı “keyif veren içki”olan kahve, Avrupa’da café, caffe, koffie, coffee şeklinde kullanılıyor.

Kahve hikayesinin başlangıcıyla ilgili çeşitli hikayeler var. Hiçbiri için kesin kanıtlar bulunmasa da en yaygın inanış Kaldi adındanki çobanın Etiyopya(Habeşistan)'da kahveyi keşfettiği.

Kahve bitkisi

Kaldi adındaki çoban 8. yy ortalarında Habeşistan Kaffa'da yaşayan Khaldi adındaki bir çobanın bir çalıya ait kırmızı meyveleri yemesinin ardından hayvanlarının daha hareketli oldukları dikkatini çekmiş ve kendisi de bu meyveyi denemiştir. Verdiği hissi ve keyfi sevince diğerlerine de haber vermiş ve kahve bugünlere kadar gelmiş.

Yemenli Şeyh Şazili Şeyh Şazili 14. yüzyıl sonlarında Yemen’de yaşamış olması muhtemel bir Sufi Şeyhi’dir. Kahveyi ilk içtiği rivayet edilen kişilerden biridir. Anadolu’da kahve falı için kahve fincanı kapatılırken Şeyh Şazili ruhuna fatiha okunurmuş.

ez-Zebhani 16. yy  Arap yazarı Ceziri’ye göre kahve’yi ilk içen kişi ez-Zebhani olarak bilinen Yemenli Cemalleddin Ebu Abdullah Muhammed İbn Said’dir. Bir olay yüzünden Aden’i terkederek Etiyopya’ya giden Zebhani orada kahve içen insanlarla karşılaşmış; Aden’e döndüğünde hastalanmış ve aklına kahve içmek gelmiş. Kahve onu iyileştirmiş. Kahve’nin yorgunluk ve uyuşukluk giderme, canlılık ve dinçlik kazandırma özelliklerini keşfetmiş.

Süleyman Peygamber 16. yy rivayetlerine göre de kahveyi içen ilk kişi Süleyman'dır. Süleyman yolculukları sırasında uğradığı bir şehirde şehrin sakinlerinin bilinmeyen bir hastalığa yakalandığını görür ve Cebrail’in buyruğu üzerine Yemen’den gelen kahve çekirdeklerini kavurarak bundan hazırladığı içeceği hastalara verir. Bunu içen hastalar iyileşir. 

Öyle ya da böyle, kahve bir şekilde hayatlara girmiş ve bir daha da hiç çıkmamış. Öyle gözde olmuş ki bir zamanlar "Siyah İnci" diye anılmış, nadirliğine atıfta bulunmak için...
Muhtemelen Afrika'da başlayan kahve masalı önce Yemen, Mısır ve Arabistan'a, oradan da tüm dünyaya yayıldı. 

kahve toplayan bir adam resmi
Kahve, Avrupa’da özellikle Hollanda ve Fransa’da büyük önem kazanmış. Amsterdam uzun yıllar kahve ticaretinin başkenti olmuş. 

Moha Limanı'ndan kahve ithal eden bir Hollanda firması
Bugün Hollanda'da hepimizin sevgisini kazanan coffee shoplar işte taa o günlere dayanıyor aslında :)


Amsterdam'da bir coffee shop

Arap ülkeleri ve Osmanlı'nın ardından tüm Avrupa'da da kahvehaneler açılmış ve hızla yayılmış. Kahvehaneler önce elit kesimlerin, sonra halkın uğrak mekanları olmuş.

Avrupa'dan sonra Amerika'ya ulaşan kahve çekirdekleri orada da çok tutulmuş. Hatta ABD kahveyi milli içecek ilan etmiş. Bunun arkasında yatan sebepse İngiltere'nin çay için koyduğu çok yüksek vergileri protesto etmek ve halkı kahveye yönlendirmek.

Amerikalılar başta kahveyi suda saatlerce kaynatıp kapkara olunca içerlermiş, muhtemelen başka türlü pişirmeyi bilmediklerinden. Uzun süre kaynadığı için çok sert ve acı olan kahve tadı halk arasında çok da tutulmamış ki imdatlarına Starbucks yetişmiş. Amerikalıların damak tadına uygun kahve tarifleri hazırlayan şirket kahveleriyle önce Amerika'da sonra tüm dünyada yayılmış.

Türklerdeki kahve kültürü ise apayrı ve özel bir konu olduğu için ayrı bir yazım olacak o konuda, sunum objeleri, lezzet sırları ve sosyal hayattaki yeriyle ilgili. Bekleyiniz :)

Tüm dünyada içilen kahve petrolden sonra ikinci büyük ticaret aracı. Her yıl 400 milyar bardaktan fazla kahve tüketiliyor, inanılmaz! Ve sadece Brezilya'da 5 milyondan fazla kişi kahve bitkisinin yetiştirilmesinde ve hasadında çalışıyor. Bizler de tadını çıkarıyoruz.

Ama tabi hepimizin bildiği bir sır var, kahve bahane :)








28 Ocak 2013 Pazartesi

Espresso Makinesi Alsak


Kahve içmeyi seviyorum!
Selülit yaparmış bilmem ne zararları varmış aklımın ucundan bile geçmiyor.
Hem de öyle sade kahve falan değil, bildiğiniz şekerli kremalı şuruplu kahvelerin hastasıyım!
Kahvecilerde harcadığım paranın haddi hesabı yok, bunun önüne geçmek için zamanında Mudo'dan ocaküstü  espresso pişirme aleti almıştım. Şöyle bir şey;



Bu sevimli ev aletimizi dibine kadar kullandık. Evde toplaşıp yeni tatlar denemeler, soslar kremalar, pek şendik.
Gün geldi yılmadık, ilkel yöntemlerle süt köpürtüp latte yaptık, gün geldi benmari usulü eritilmiş çikolatayla sihirli! karışımlar hazırladık.

Ne güzel eşyamızdın sen espresso pot!

Ama devran döndü, doğa kanunları işliyordu, bizim de espresso pot eskiyordu :(
Ne yapacağımızı bilemez haldeydik, artık mutfağımızın eski tadı, sohbetlerin eski keyfi yoktu...
Veda vakti gelmişti, minik arkadaşımızı çöpe atarak ebediyete uğurladık.

Başta bu ayrılık acılıydı, sonra yavaş yavaş kahvecilerden kahve içmeye başladım tekrar, acımı kalbime gömdüm, yeni şartlara uyum sağladım.
En azından Multinet vardı da sanki çok fazla para bayılmıyormuşum gibi oluyordu.
Fakat işten ayrılışım yeni bir darbe oldu, artık Multinet de yoktu. Espresso Pot arkadaşımın gidişinin üzerine bir de bu darbe artık beni iyice yıkmıştı.

Yaşadığım trajediyi düşünürken silkindim ve kendime geldim, galiba biraz abartıyordum. Ölümden başka her şeye çözüm vardı, buna da bulunurdu...
Ve eve şöyle ucuz yollu ama güzel de olan bir espresso makinesi almaya karar verdim dostlar.
Hemen araştırmalara giriştim, bu işi en ucuzundan nasıl kapatsam diye düşünerek. 

Bu tarz aletleri satın almanın en büyük zorluğu bunların hep havalı dükkanlarda satılmasıdır. Barkodları vardır! Barkod okutulur ve fiyat neyse o ödenir.
Beni tanıyanlar bilir, pazarlık yaparım... Ve benim gibi pazarlıkçı bir insan için modern hayatın belki de en büyük zorluğu barkoddur dostlar!
Yemişim plazasını trafiğini, barkod diye bir gerçek var! 
"Hadi hadii sana da siftah olsun bak öğrenciyim yap bi güzellik." diyemiyorsun. Alın size bir diğer trajedi.

Neyse konuyu daha fazla dağıtmadan gözüme çarpan bazı örnekleri paylaşıyorum. Bu işlerden anlayan hayırsever kardeşlerim bana önerilerde bulunabilirler.

 Ariete Capricci, Kapsüllü, 175 TL






Delonghi EC200CD, 15 Bar basınç, 1100 Watt, Toz ya da poşet kahve, Cappucino yapılabiliyor, ayarlanabilir buhar çıkışı,  220 TL




EC190CD ürün resmi                   Delonghi EC190CD, 15 Bar basın., 1100 Watt, Toz ya da poşet kahve, Cappucino yapılabiliyor, ayarlanabilir buhar çıkışı, üstteki modelle ne farkı olduğu hakkında hiçbir fikrim yok! gönde rengi farkı falan vardır belki bilemiyorum, 220 TL




KENWOOD ES331 CAFE CHARME ESPRESSO MAKİNESİKenwood ES331, 15 Bar basınç, 850 Watt, Cappucino özelliği, fincan ısıtma, 175 TL



    F 880 Vivo ürün resmi                 Krups F880, 15 Bar basınç, 1000 Watt, Cappucino özelliği, Süt köpürtme sistemi: pompalı,, 340 TL




Direct Serve Soft Pod ürün resmi         Tefal Direct Serve Soft Pod, Kapsül Kahve, 1450 Watt, Tek tuşla espresso hazırlıyormuş, 125 TL




                    Tchibo Cafissimo Classic, 3 farklı basınç sistemi, Süt köpürtücü (cappucino latte vs), 250 TL




  ESSENZA C101 METALİK GRİ KAHVE MAKİNESİ               Nespresso Essenza C101, Nespresso kapsüllerle çalışıyor, 19 Bar basınç, süt köpürtme özelliği yok, 355 TL




Daha çook çeşit makineler var, ama 200-300 TL fiyatlarında çok da fazla alternatif yok. 4000 TL'ye kadar gidiyor fiyatlar.
Düşük fiyatlı makineler genelde kapsül kahve kullanıyor, ama bu da kapsül kahveye bağımlı olmak demek, sınırsız espresso dünyasından kopalım mı yani :(
Üstelik mesela Nespresso'nun 1 kapsülü 1,35 TL civarında.
Listedekilerden en mantıklısı Delonghi gibi geliyor, ama bir yandan da 15 bar basıncın çok yetersiz olduğu gerçeği var. Min. 19 civarı olması gerekiyormuş araştırmalarıma göre, ki Nespresso da bu basınçta.
Kapsülsüz makinelerde dezavantaj kahvenin tazeliğini kaybetmesi. Bunu engellemek için kahveyi içmeden hemen önce öğütmek en mantıklısı. Hoop konu yine geldi mi ekstra masrafa, kahve öğütme makinesi..

Çok kararsızım dostlar, kısıtlı bütçeyle keyif insanı olmak zor iş şu hayatta. 


Makinemi alınca bir kahve içmeye beklerim, sevgiler :)









Urfa'da Gezerken



Urfalıyam tahtım yok
Tüfengim var bahtım yok
Yar göğsüne gül dolmuş
Bir ben kadar bahtım yok
Urfa’ya önyargılarımla gittim. Bana ne dedilerse, ne öğrendimse hepsini aklımın bir kenarında tuttum öyle gittim. Önyargılarımdan utandım, yıkmak için gittim. Korkular, önyargılar bizi bağımlılaştırır. Uzaktan bakarız, bilmeyiz ama konuşuruz. “O şöyledir bu böyledir.” deriz. Zerre kadar da utanmayız. Çok zaman böyle yaşar gideriz. Bazen durup düşününce, anlık bir hisle utanırız; bu kadar farkında olmamaktan, bu kadar yüzeysel olmaktan..

Ben bu yüzden gezmeyi severim. Çok okurum diyebilirim, ama çok bilmem. “Çok gezen mi çok okuyan mı?” deseniz “Çok gezen!” derim. Öğrenmek için gezerim, gezemesem de hayalini kurarım. “Büyüyünce gezgin olcam ben..” derim. Ama gezgin olmam, gider bir yerde çalışırım, günde en az 10 saat küçük bir ofiste oturur öyle zamanımı öldürürüm.

Ve yine konuyu dağıttım. Konumuz güzeller güzeli Urfa. Gidip birkaç gün kalmakla anlayamayacağınız karmakarışık Urfa. Anlamaya çalıştıkça kafanızı daha çok karıştıran Urfa.
Urfa, gezi rotamızın 4. şehriydi. Rota şöyle: Adana, Mersin, Hatay, Urfa, Mardin, Antep
Urfa’ya giderken karışık, fakirce bir şehir, az katlı dışları boyasız evler filan göreceğimi düşünmüştüm. Nedense “medeni” bir şehir planlamasını kurmamışım kafamda hiç Urfa için. Otobüsten inip çarşıya giden dolmuşa bindiğimde ilk dumurumu yaşadım. Yüksek, bakımlı binalar, geniş caddeler ve sokaklar, park alanları ve meydanlar, modern bir kent merkezi.


Dikkatimi çeken diğer şey, toplu taşımanın ucuzluğuydu. Urfa’da otobüse bindiğinizde sadece kadınların ve çok yaşlı erkeklerin oturduğunu görüyorsunuz. Bir kadın olarak ayaktaysanız hemen biri yer veriyor. Buna belki pozitif ayrımcılık olarak bakabiliriz, ama bence diğer yandan da kadın-erkek farkının ne kadar keskin olduğunun bir göstergesi. Urfa’da şehir merkezini iki bölge olarak düşünebilirsiniz. Bir bölge yeni merkez, günlük hayatın aktığı, Urfa’da yaşayanların alışverişlerini yaptığı, gezdiği yerler. Diğer bölge ise tarihi kısım, ki Balıklı Göl ve taş mimariye sahip binalar bu tarafta kalıyor.
Çarşıdan Balıklı Göl’e gitmek için yine otobüse biniyorsunuz. Ve “diğer taraf”. Ben ilk defa bu bölgeye gelmiş biri olarak, o binaların renklerine, yerleşimine, genel atmosferle uyumuna hayran kaldım. Etrafınıza baktığınızda sarı-kahve toprak tonlarında bir kent görüyorsunuz. İnsan kasvetle huzur karışımı bir ruh hali içine giriyor. Burada hissettiğim kasveti kendimce sorguladım, sebebini bulamadım. Belki form-renk ve his arasında bir bağlantısı vardır, bilemem.
Balıklı Göl’ü hayranlıkla gezdik. Ocak sonu olmasına ve İstanbul’dakilerin karla soğukla uğraşmasına rağmen Urfa’da hava açık ve ılıktı. İçimizde bir neşe bir neşe. Çevrede bir sürü değişik diller, kıyafetler, renk cümbüşü. Günlerden Pazar, hava da açık olunca baya kalabalıktı. Türk, Kürt, Arap, Zaza, Avrupalı ve tabii ki Japon turistler.. Urfa’nın bu kısmında iki kız gezmek bazen can sıkıcı olabiliyor. Özellikle genç erkeklerin bakışları rahatsız edebiliyor. Görmezden gelmeye çalışarak yolunuza devam ediyorsunuz. Erkeklerin yaşı arttıkça sizi normal karşılama oranları da artıyor. Urfa’da ve diğer şehirlerde 30 yaş ve üstü hiçbir erkek rahatsız edici bir tavırda bulunmadı örneğin. Hatta bu yaş daha da aşağıya çekilebilir. Çünkü her yerde olduğu gibi burada da “o” erkekler 20li yaşlar civarında.

Balıklı Göl’ün etrafında fotoğraf çekerken çocuk rehberlerden biri yanımıza geldi. “Bozuk paramız” yok dedik, “Olsun kiminin parası kiminin duası” dedi. Peki dedik, başladık beraber gezmeye. Anlattığına göre Urfa belediyesi bu çocukları turistlere yardımcı olmaları için eğitmiş, Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca rehberlik yapıyorlar. Zehir gibi çocuklar hepsi, gerçekten de bu dillerde anlatabiliyorlar oraları. Bizim rehberimiz Apo, nam-ı diğer Meşhur 13 yaşındaydı. Ailesi İstanbul’daymış, babası sıra gecelerinde enstrüman çalıp türkü söylüyormuş. Meşhur İstanbul’u hiç sevmediği için Urfa’da kalıyormuş akrabalarıyla. “Bizim buralar cennettir.” dedi bize. Gezerken gözlerim arapların süslü parlak elbiselerine, erkeklerin çoğunun taktığı değişik renklerdeki başörtülere, 5 yaşındaki çocukların bile giydiği şalvarlara takıldı.

Balıklı Göl İbrahim peygamberle özdeşleştirilmiş bir yer. Her parçasından bir peygamber hikayesi var. Hikayeye göre dönemin hükümdarı Nemrut İbrahim’i kalenin tepesinden mancınıkla ateşe attırır. İşte o ateş göle, odunlar da balığa dönüşür ve Balıklı Göl böylece ortaya çıkar. İbrahim’in arkadaşı, Nemrut’un kızı Zeliha ise diğer gölün isim kaynağı. İbrahim’in öldürüldüğünü düşünüp aynı tepeden kendini atan Zeliha’nın düştüğü yer, Ayn Zeliha, Zeliha’nın gözyaşları anlamına geliyormuş. Balıklı Göl’le ilgili ayrıntılı hikayeye internetten ulaşabilirsiniz.
Balıklı Göl etrafında ayrıca Halil-ül Rahman Camii, Rızvaniye Camii, İbrahim’in doğduğu mağara ve kale ziyaret edilesi yerler. Buralar hakkında yüz kez yazılmış bilgileri tekrarlamamak adına sizi şuraya yönlendiriyorum.
http://www.meleklermekani.com/guneydogu-anadolu/159526-sanliurfada-gezilecek-gorulecek-yerler.html

Ve bedesten çarşılarına geçiyorum. Bu çarşılarda ne ararsanız var. Çeşit çeşit takılar, kumaşlar, tabii ki bakırdan yapılmış envai çeşit eşyalar, isotçular, kahveciler, halıcılar, sürmeciler kozmetikçiler, ve kaçakçılar. Süslü parlak takılarla hiç işi olmayan ben, atmosferin etkisinden midir nedir, kendimi parlak altın sarısı her tarafından süsler fışkıran şöyle şeylere bakarken buldum.

Çarşı çok da ucuz, gelin görün ki 2 liraya sattıkları MAC marka rimellerin çakma değil kaçak olduğunu iddia eden satıcılar var her yerde :) Ben ilk gün sürme, takı, bir de arapların giydiği tabii ki üzerinde parlak sarıdan desenler bulunan patiklerden aldım. El yapımı bakır zarflara yerleştirilmiş porselen fincanlara bayıldım, asla kullanmayacağımı bildiğim halde biraz param olsa affetmeyip alırdım. İnsan o atmosferde normal kimliğinden uzaklaşıp oradakiler gibi zevklere sahip birine dönüşebiliyor birden. Bu arada Ezgi’nin yediği kazığı da size ders olsun diye anlatmadan geçmeyeyim.
Bizi parasız gezdiren hayırsever rehberimiz Meşhur “Amman abla sakın öyle her yerden biber salçası isot menengiç falan almayın kötüsünü satıyorlar evde yaptık diye turistleri kandırıyorlar.” diye bizi İsot Evi diye bir dükkana götürdü. İstanbul’da hediye etmek için menengiç alacaktık. Şekeroğlu marka menengiç kahvesinin kavanozu burda 15 liraydı, benim zaten param az diye almadım, Ezgi bir kavanoz aldı. Sonraki gün öğrendiğimiz bir dükkanda 8 liraydı! Siz siz olun iyice gezmeden araştırmadan almayın. Hele İsot Evi’nden hiçbir şey almayın. Çünkü abartısız sattıkları her şey diğer yerlerden çok daha pahalı. Ve sanırım kalite farkı da yok.
Balıklı Göl ve çarşıyı dolandıktan sonra artık ayaklarımıza kara sular inmişti, Hatay’dan Urfa’ya gelişimiz de 7 saat sürdüğü için artık dayanamayıp eve gitmeye karar verdik. Siverek ilçesinde bir ailenin evinde misafir olarak kaldık. Terminalden Siverek dolmuşuna binip 95 km’lik yolculuğumuza başladığımızda, “Eh artık ilçede olduğuna göre orası kesin köy gibi yerdir, acaba evde tuvalet banyo var mıdır, ailenin 8 çocuğu var nasıl sığcaz biz, neyse olmazsa 2. gece otele geçeriz” diye düşünüp duruyordum. Siverek’e gittiğimizde yine dumur oldum. Bu ilçede de geniş ferah caddeler, düzenli sokaklar filan vardı. Asıl dumuruysa eve vardığımızda yaşadım. 200 metrekarelik evde benim odamdan büyük bir banyo, güzel döşenmiş bir salon, o salonda bir evde gördüğüm en büyük plazma ve tüm kanalları kapsayan Digitürk vardı!! Ailede baya çocuk olduğu için tanışmamız 15 dk sürdü. Sonra hemen sofra kuruldu. Yere hiçbir şey koymadan direk örtü serip çorbaları getirdiler. Bileğim sakat olduğu için binbir zorlukla oturup yemeğimi yedim. Yediğim en güzel mercimek çorbalarından biriydi, sırrı baharatları. Oralarda her yemeğe çeşit çeşit baharat katıyorlar. Ev sahibi abla Karadeniz yemeklerinden nefret ettiğini, çok yağsız tatsız tuzsuz olduğunu söyledi. Zeytinyağlı fasulyeye salça katmamamıza şaşırdı :) Urfa’da yağ ve salça vazgeçilmez ikili. Tabii bir de isot.
Urfa’da 2. günümüz için planımız Harran’a gidip oradaki kubbe yapılı evleri ve üniversiteyi görmekti. Ama havanın yağmurlu ve soğuk olması bizi vazgeçirdi. Sabahın ilk saatlerinde Siverek çarşısını gezdik. Sonra dolmuşumuza atlayıp Urfa’ya geçtik.

Siverek’te bir caminin avlusu
                                                                                                                                                               Siverek Pia Sam :)
Önceki gün doyamadığımız o eski Urfa bölgesini doya doya gezdik. Bakırcılarda kendimizi kaybettik. Balıklı Göl’ü bir de tenhayken gezdik. O kadar güzel ki, insan her halini seviyor. Kaleye çıktığınızda önünüze serilen Urfa manzarası diğer tüm düşüncelerinizin önüne geçiyor. Hayatınıza dair tüm endişeleriniz hesaplarınız o an yok oluyor, sadece gördüklerinizi daha çok görmek, daha iyi anlamak istiyorsunuz. İnsanı gezme tutkunu yapan, hayatını gezebilecek şekilde kurmaya yönelten işte bu his olsa gerek.
Çarşılarda gezip kaybolup yorulduğumuzda, ilk aklımıza düşen yer Gümrük Han. Eşkıya’yı izleyenler burayı hatırlarlar. O labirentimsi çarşılarda hanın girişini bulmak da çok kolay değil. Bulup avlusuna girdiğinizde bir daha çıkmak istemeyebilirsiniz. Avludaki tuhaf alçak tabureler ilgimi çekti. Nasıl oturulacağı hakkında fikrim yoktu. Oturduğumda hissettiğim konfor beni baya şaşırttı. Bir tasarımcı olarak “Demek bazen kullanıcıya kullanım biçimi hakkında çok iyi mesaj vermeyen objeler de ergonomik olabilirmiş.” diye nacizane bir çıkarım yaptım. Hemen birer menengiç kahvesi ısmarladık. Sonra birer tane daha!
                                                                                                                                                                                                 Gümrük Han
Menengiç kahvesi yabani bir fıstığın kurutulup ezilmesiyle hazırlanıyor. Pişirilmeden önce macun kıvamında ve yağlı, pişirildiğinde de fıstığımsı tatlı bir aroması var. Biraz ağır diyebiliriz yağlı ve aromatik olduğu için. Pişirme ve sunumu Türk kahvesine benziyor. Tadına doyulmuyor :) Kahvede bize servis yapan bizim yaşlarımızdaki çocukla biraz muhabbet ettik, kahve almak istediğimizi söyleyince bizi onların çay kahve aldığı dükkana götürdü. İşte Ezgi’nin 15 liraya aldığı malum menengiç burada 8 liraydı! Aynı marka aynı gramaj. Dükkanın sahibi kartvizitini verdi, istersek İstanbul’a menengiç, salça, çay, isot vs gönderebilirmiş. İsteyen bana ulaşabilir :)
Gümrük Han, Eşkıya demişken şu türküyü paylaşmadan geçemem, Fırat ağıtı..

Mutlaka dinlemenizi öneriyorum. Erkan Oğur zaten neyi seslendirirse en iyi seslendiriyor.
Urfa’da bir günden sonra yine Siverek’e dönüyoruz. Siverek’te evinde kaldığımız arkadaşım Bahar’ın babası da şansımıza o akşam evdeydi. Kendisi ticaretle uğraşıyor, bize de Urfa’daki ticaret hayatıyla ilgili birçok bilgi verdi. İki gündür gördüklerim kafamı çok karıştırmıştı, bir yanda o zamana kadar kafamda oluşan Urfa imajı, biraz fakir, eksik; bir yanda çarşılarda gördüğüm canlı ticaret hayatı, her şeyden bol bol alan halk. Gülü amcanın anlattığına göre, insanların her şeyden öyle bol bol almasının sebebi hem ihtiyaç, hem de ucuzluk. Örneğin yazları kiloyla sebze meyve almak gibi bir adetleri yokmuş, kasayla alırlarmış direk. Ama bizim İstanbul’da kiloyla ölçüp verdiğimiz parayı onlar kasayla aldıklarında veriyorlarmış. Urfa zaten bir tarım kenti, Urfa’da yetişip Antep’te işleniyormuş ürünler. “Peki herkes sizin gibi böyle geniş güzel evlerde mi oturuyor, genel ekonomik durum nasıl?” diye sorduğumda, şehirde oturanların ortalama bir standardı olduğunu, ama köylerdekilerin genelde daha fakir olduğunu söylüyor. 500 lirayla geçinen bir sürü kalabalık aile varmış örneğin.
Sonrasında konu dillere geliyor. Gülü amca Zaza, eşi ise Kürt. Dolayısıyla evdeki herkes Türkçe, Kürtçe, Zazaca biliyor. Ama anlattıklarına göre, özellikle köylerde yaşayan kadınlar Türkçe bilmiyorlarmış. Dışarıdaki hayatla birebir bağlantı içinde olmayan, ticaretle çarşı pazarla uğraşmayan bu kadınlar hayatlarını Türkçe’ye ihtiyaç duymadan sürdürebiliyorlarmış. Bu durumda çocukları da Türkçe bilmiyormuş. Çocuklar okula başladığında ilk senelerde öğretmenleriyle iletişim kuramadıkları için okuma yazma öğrenmeleri bile seneler alıyormuş. Bahar’ın da anlattığına göre onların sınıfındaki köylerden gelen çocuklar da iletişim kopukluğu yaşadıkları için çok erken yaşlarda okuldan nefret ediyorlarmış. Uzaktan bakınca “Ne var yani, öğretsin aileleri Türkçe o zaman.” demek bizlere çok kolay geliyor. Ama maalesef oradaki hayat tarzları, şartlar bu durumları ortaya çıkarıyor ve bu çocuklar erken yaşlarda okuldan soğuyorlar, çok az bir kısmı eğitimlerine başarılı bir şekilde devam edebiliyorlar. Sonrasında ise eğitim seviyeleri arasında büyük farklar olan bölgeler ortaya çıkıyor.

Urfa’da öğrendiklerimi özümsemek için bir kenara yazıyorum, kafam karışmış halde yeniden yola çıkıyorum. Ver elini Viranşehir, Kızıltepe, Mardin..

31 Ocak 2013 Perşembe

Türk Kültüründe Kahve


Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır bu topraklarda.

Sohbetin, dostluğun, kimi zaman saygının, kimi zaman misafirperverliğin simgesi olan Türk kahvesinin Türk-Osmanlı kültürüne girişi 1500'lü yıllara dayanır. Muhteşem Süleyman'ın Yemen valisi Özdemir Paşa Yemen'den saraya getirir kahveyi. Saray mutfağında yeni bir usulle pişirilmeye başlanan kahve Türk kahvesi adını alır. Güğüm ve cezvelerde pişirilen kahve lokum, su, şerbet gibi lezzetlerle sunurulur.

Sarayda kahve o kadar tutulur ki "kahvecibaşı" diye bir lakap oluşur, 40'ın üzerinde kişiden oluşan ekip en mükemmel kahveyi hazırlamak ve sunmak için uğraşır durur. Cariyelere Türk kahvesi pişirmenin incelikleri öğretilir. Saraydan önce konaklara, sonra kahvehanelere ve sıradan halkın evlerine giren kahve bugüne kadar öneminden hiçbir şey kaybetmeden ulaşır.

Türk kültüründe kahve bir içecekten çok daha fazlasıdır. Öyle ki Türk kahvesi deyince bazılarının aklına içecekten bambaşka şeyler gelebilir; fal, kıraathane, kız isteme gibi...

Geçen sene katıldığım bir workshopta çeşitli ürünlerin asıl fonksiyonları dışındaki fonksiyonlarını incelemiştik. İnceleme konularımızdan biri de Türk kahvesiydi. Tahmin edileceği gibi "Türk kahvesi ne işe yarar?" sorusunun cevabı "bir içecek"ten çok daha fazlasıydı.

workshop Türk kahvesi analizi

Çok kısık ateşte, tercihen közde yavaş yavaş pişirilen Türk kahvesi geleneksel Türk kahvesi fincanında sunulur. Genelde porselenden yapılmış fincan saplı ya da sapsız olabilir. Sapsız fincanlar bakır vb. malzemeden yapılmış fincan zarflarında sunulur, ki bu zarflar başlı başına birer sanat eseridir.



Türk kahvesi zarf-tabak

antika fincan zarfları
Kahve sunumunun ana objeleri fincan, fincan zarfı, fincan tabağı, lokumluk, su bardağı ve servis tepsisidir. Bu öğelerin her biri kendi içinde o kadar geniş ve yapılmış o kadar güzel örnekler var ki, belki ilerde ayrı başlıklar olarak yayınlayacağım :)

Şimdi daha çok Türk kahvesinin günlük hayatımızdaki yerinden bahsetmek istiyorum.
Günün ilk kahvesi genelde kahvaltı ile öğle yemeği arasında içilir. Bunu kahve-altı:kahvaltı kelimesinden de rahatça çıkarabiliyoruz. Başlı başına bir keyif olarak görülen Türk kahvesi aslında gün içinde kendimize verdiğimiz bir mola ve küçük bir hediyedir.

Bazen de Türk kahvesinin keyfi içildikten sonra başlar, fallar kapatılır :) Fala bakan "3 vakte kadar şöyle şeyler olacak, aaa senin yüreğin kabarmış, yılan var burda senin düşmanların var kıskanıyorlar çekemiyorlar." gibi şeyler söyler, fal baktıran da "Doğru doğruu biliyorum ben o sinsinin kim olduğunu" diyerek falcıyı onaylar. Herkes eğlenir.


Bu topraklarda fala inanılmaz, falsız da kalınmaz.

Türk kahvesinin vazgeçilmez olduğu bir alansa kız isteme merasimleridir. "Bakalım kızımız kahveyi köpüklü yapabiliyor mu, marifetli mi benim oğluşuma bakabilir mi?" diye düşünen oğlanın annesinin içini ferahlatmak için Türk kahvesi pişirilir, gelin adayı servisini yapar. Burada kritik nokta damat adayının kahvesine atılacak tuzdur. Eğer damat tuzlu kahveyi gıkını çıkarmadan içerse sınavı geçer, adam olacak çocuktur kendisi. Yok "Bu ne yaa içmem ben bunu!" derse huysuz adam çekilmez diye düşünülür ve kapı dışarı edilir.

kızınızı oğlumuza

Vee gelelim kahvenin çok bilinmeyen başka bir işlevine. "Kalk git kahvesi" der annem bu kahveye, akşam oturmasına gelen misafirler oturup kaldıysa ve yakında gideceklerine dair de bir belirti yoksa, evsahiplerinin de uyku başına vurmaya başladıysa "E hadi birer kahve içelim." der ve hemen mutfağa koşturur. Alttan alta "Kahve içelim de uykumuz kaçsın yani öyle uykumuz geldi ki başka türlü ayakta duramıyoruz!" gibi anlamlar içerdiğini düşündüğüm bu kahve kalk git kahvesi şakasıyla misafirlere sunulur.

Velhasız kavenin hayatımızdaki işlevleri saymakla bitmez; kahvehane kültürüne, bir kahve içmeye davet etmelere hiç girmedim bile henüz. Sırf roman gibi blog yazmamak adına tutuyorum kendimi, elim ayağım titriyor aslında yazayım diye :)

Kahveler ister köpüklü olsun ister köpüksüz, yeter ki neşemiz yerinde olsun.

Hepimizin bildiği gibi, kahve bahane :)

Üşüyoruz Reyiz


Dışarısı buz gibi, daha kötüsü içerisi de buz gibi! Yüksek doğalgaz faturaları korkulu rüyam olurken, bir yandan da çetin hava şartlarına uyum sağladım. Çevre koşullarına uyum sağlamak adına evrimleşmeye çalışıyorum, zorla!
Böyle zamanlarda insanın canı nasıl deniz, güneş, dalga sesi çekiyor...
Atlayıp yazı yaşayan ülkelere gidemeyen çoğunluk için sizlerle yazsal mekanlar paylaşayım istedim.
Nedir yaz keyfi, kumsala öylesine atılmış bir havlu, akşam esintisinde içine gömülmelik bir hamak, teras çiçekleri :)








Şu an buna da razıyım, güneş vursun yeter

Hep beraber yaz gelmesi için dua edelim, belki sinerji yaratırız geliverir. Geçen gün mesela allam nolur kar yağsın dedim yağdı, hatta buz yağdı, düşünün duanın etkisini! Velhasıl umudu elden bırakmamak lazım.

Yaz insanından sevgilerle...


30 Ocak 2013 Çarşamba

Fahriye Abla


Dün Fahriye Abla şiirinin filmini izledim. Filmin özeti şöyle:

"Mahallenin en güzel, en alımlı kızıdır Fahriye. Hayatta hiç bir şeyi de öyle fazla kafaya takmaz. Gerektiği kadar harbi, gerektiği kadar da nazlıdır. Tam ateşli bir aşk yaşadığı gizli sevgilisine kaçacakken Erzurumlu bir adamla evlendirir ailesi onu. Bakire çıkmadığı için kocası kıyameti koparınca Fahriye de onu bıçaklayıp hapsi boylar.
Hapisle birlikte yeni bir hayat başlar Fahriye için. Çıktığında bir fabrikada işe başlar ve burada da aşk onu ya da o aşkı bulur. Oysa geçmişte kapanmamış bazı defterler karşısına çıkacaktır en olmadık zamanda."            ( kaynak: www.beyazperde.com )


Fahriye Abla

Filmde her an bir ekşın var, ileri sarıp izlemeli film değil pek. Bol bol da iç karartıcı sahneler kasvet vs var, konusu itibariyle normal olarak. Gelelim Fahriye ablamızın şiirine :)


Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin , dişlerin ve akpak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen fahriye abla

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçede akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun fahriye abla

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı , boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen fahriye abla

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocandamısın
Hala dağları karlı erzincandamısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen fahriye abla
             
Ahmet Muhip DIRANAS

Kahvenin Hikayesi




Şeytan kadar siyah,
Cehennem kadar sıcak,
Melek kadar saf,
Aşk kadar tatlı…


Böyle tarif etmiş zamanında kahveyi Charles Maurice Talleyrand



Kökeni Arapça “gahwah” kelimesinden gelen, anlamı “keyif veren içki”olan kahve, Avrupa’da café, caffe, koffie, coffee şeklinde kullanılıyor.

Kahve hikayesinin başlangıcıyla ilgili çeşitli hikayeler var. Hiçbiri için kesin kanıtlar bulunmasa da en yaygın inanış Kaldi adındanki çobanın Etiyopya(Habeşistan)'da kahveyi keşfettiği.

Kahve bitkisi

Kaldi adındaki çoban 8. yy ortalarında Habeşistan Kaffa'da yaşayan Khaldi adındaki bir çobanın bir çalıya ait kırmızı meyveleri yemesinin ardından hayvanlarının daha hareketli oldukları dikkatini çekmiş ve kendisi de bu meyveyi denemiştir. Verdiği hissi ve keyfi sevince diğerlerine de haber vermiş ve kahve bugünlere kadar gelmiş.

Yemenli Şeyh Şazili Şeyh Şazili 14. yüzyıl sonlarında Yemen’de yaşamış olması muhtemel bir Sufi Şeyhi’dir. Kahveyi ilk içtiği rivayet edilen kişilerden biridir. Anadolu’da kahve falı için kahve fincanı kapatılırken Şeyh Şazili ruhuna fatiha okunurmuş.

ez-Zebhani 16. yy  Arap yazarı Ceziri’ye göre kahve’yi ilk içen kişi ez-Zebhani olarak bilinen Yemenli Cemalleddin Ebu Abdullah Muhammed İbn Said’dir. Bir olay yüzünden Aden’i terkederek Etiyopya’ya giden Zebhani orada kahve içen insanlarla karşılaşmış; Aden’e döndüğünde hastalanmış ve aklına kahve içmek gelmiş. Kahve onu iyileştirmiş. Kahve’nin yorgunluk ve uyuşukluk giderme, canlılık ve dinçlik kazandırma özelliklerini keşfetmiş.

Süleyman Peygamber 16. yy rivayetlerine göre de kahveyi içen ilk kişi Süleyman'dır. Süleyman yolculukları sırasında uğradığı bir şehirde şehrin sakinlerinin bilinmeyen bir hastalığa yakalandığını görür ve Cebrail’in buyruğu üzerine Yemen’den gelen kahve çekirdeklerini kavurarak bundan hazırladığı içeceği hastalara verir. Bunu içen hastalar iyileşir. 

Öyle ya da böyle, kahve bir şekilde hayatlara girmiş ve bir daha da hiç çıkmamış. Öyle gözde olmuş ki bir zamanlar "Siyah İnci" diye anılmış, nadirliğine atıfta bulunmak için...
Muhtemelen Afrika'da başlayan kahve masalı önce Yemen, Mısır ve Arabistan'a, oradan da tüm dünyaya yayıldı. 

kahve toplayan bir adam resmi
Kahve, Avrupa’da özellikle Hollanda ve Fransa’da büyük önem kazanmış. Amsterdam uzun yıllar kahve ticaretinin başkenti olmuş. 

Moha Limanı'ndan kahve ithal eden bir Hollanda firması
Bugün Hollanda'da hepimizin sevgisini kazanan coffee shoplar işte taa o günlere dayanıyor aslında :)


Amsterdam'da bir coffee shop

Arap ülkeleri ve Osmanlı'nın ardından tüm Avrupa'da da kahvehaneler açılmış ve hızla yayılmış. Kahvehaneler önce elit kesimlerin, sonra halkın uğrak mekanları olmuş.

Avrupa'dan sonra Amerika'ya ulaşan kahve çekirdekleri orada da çok tutulmuş. Hatta ABD kahveyi milli içecek ilan etmiş. Bunun arkasında yatan sebepse İngiltere'nin çay için koyduğu çok yüksek vergileri protesto etmek ve halkı kahveye yönlendirmek.

Amerikalılar başta kahveyi suda saatlerce kaynatıp kapkara olunca içerlermiş, muhtemelen başka türlü pişirmeyi bilmediklerinden. Uzun süre kaynadığı için çok sert ve acı olan kahve tadı halk arasında çok da tutulmamış ki imdatlarına Starbucks yetişmiş. Amerikalıların damak tadına uygun kahve tarifleri hazırlayan şirket kahveleriyle önce Amerika'da sonra tüm dünyada yayılmış.

Türklerdeki kahve kültürü ise apayrı ve özel bir konu olduğu için ayrı bir yazım olacak o konuda, sunum objeleri, lezzet sırları ve sosyal hayattaki yeriyle ilgili. Bekleyiniz :)

Tüm dünyada içilen kahve petrolden sonra ikinci büyük ticaret aracı. Her yıl 400 milyar bardaktan fazla kahve tüketiliyor, inanılmaz! Ve sadece Brezilya'da 5 milyondan fazla kişi kahve bitkisinin yetiştirilmesinde ve hasadında çalışıyor. Bizler de tadını çıkarıyoruz.

Ama tabi hepimizin bildiği bir sır var, kahve bahane :)








28 Ocak 2013 Pazartesi

Espresso Makinesi Alsak


Kahve içmeyi seviyorum!
Selülit yaparmış bilmem ne zararları varmış aklımın ucundan bile geçmiyor.
Hem de öyle sade kahve falan değil, bildiğiniz şekerli kremalı şuruplu kahvelerin hastasıyım!
Kahvecilerde harcadığım paranın haddi hesabı yok, bunun önüne geçmek için zamanında Mudo'dan ocaküstü  espresso pişirme aleti almıştım. Şöyle bir şey;



Bu sevimli ev aletimizi dibine kadar kullandık. Evde toplaşıp yeni tatlar denemeler, soslar kremalar, pek şendik.
Gün geldi yılmadık, ilkel yöntemlerle süt köpürtüp latte yaptık, gün geldi benmari usulü eritilmiş çikolatayla sihirli! karışımlar hazırladık.

Ne güzel eşyamızdın sen espresso pot!

Ama devran döndü, doğa kanunları işliyordu, bizim de espresso pot eskiyordu :(
Ne yapacağımızı bilemez haldeydik, artık mutfağımızın eski tadı, sohbetlerin eski keyfi yoktu...
Veda vakti gelmişti, minik arkadaşımızı çöpe atarak ebediyete uğurladık.

Başta bu ayrılık acılıydı, sonra yavaş yavaş kahvecilerden kahve içmeye başladım tekrar, acımı kalbime gömdüm, yeni şartlara uyum sağladım.
En azından Multinet vardı da sanki çok fazla para bayılmıyormuşum gibi oluyordu.
Fakat işten ayrılışım yeni bir darbe oldu, artık Multinet de yoktu. Espresso Pot arkadaşımın gidişinin üzerine bir de bu darbe artık beni iyice yıkmıştı.

Yaşadığım trajediyi düşünürken silkindim ve kendime geldim, galiba biraz abartıyordum. Ölümden başka her şeye çözüm vardı, buna da bulunurdu...
Ve eve şöyle ucuz yollu ama güzel de olan bir espresso makinesi almaya karar verdim dostlar.
Hemen araştırmalara giriştim, bu işi en ucuzundan nasıl kapatsam diye düşünerek. 

Bu tarz aletleri satın almanın en büyük zorluğu bunların hep havalı dükkanlarda satılmasıdır. Barkodları vardır! Barkod okutulur ve fiyat neyse o ödenir.
Beni tanıyanlar bilir, pazarlık yaparım... Ve benim gibi pazarlıkçı bir insan için modern hayatın belki de en büyük zorluğu barkoddur dostlar!
Yemişim plazasını trafiğini, barkod diye bir gerçek var! 
"Hadi hadii sana da siftah olsun bak öğrenciyim yap bi güzellik." diyemiyorsun. Alın size bir diğer trajedi.

Neyse konuyu daha fazla dağıtmadan gözüme çarpan bazı örnekleri paylaşıyorum. Bu işlerden anlayan hayırsever kardeşlerim bana önerilerde bulunabilirler.

 Ariete Capricci, Kapsüllü, 175 TL






Delonghi EC200CD, 15 Bar basınç, 1100 Watt, Toz ya da poşet kahve, Cappucino yapılabiliyor, ayarlanabilir buhar çıkışı,  220 TL




EC190CD ürün resmi                   Delonghi EC190CD, 15 Bar basın., 1100 Watt, Toz ya da poşet kahve, Cappucino yapılabiliyor, ayarlanabilir buhar çıkışı, üstteki modelle ne farkı olduğu hakkında hiçbir fikrim yok! gönde rengi farkı falan vardır belki bilemiyorum, 220 TL




KENWOOD ES331 CAFE CHARME ESPRESSO MAKİNESİKenwood ES331, 15 Bar basınç, 850 Watt, Cappucino özelliği, fincan ısıtma, 175 TL



    F 880 Vivo ürün resmi                 Krups F880, 15 Bar basınç, 1000 Watt, Cappucino özelliği, Süt köpürtme sistemi: pompalı,, 340 TL




Direct Serve Soft Pod ürün resmi         Tefal Direct Serve Soft Pod, Kapsül Kahve, 1450 Watt, Tek tuşla espresso hazırlıyormuş, 125 TL




                    Tchibo Cafissimo Classic, 3 farklı basınç sistemi, Süt köpürtücü (cappucino latte vs), 250 TL




  ESSENZA C101 METALİK GRİ KAHVE MAKİNESİ               Nespresso Essenza C101, Nespresso kapsüllerle çalışıyor, 19 Bar basınç, süt köpürtme özelliği yok, 355 TL




Daha çook çeşit makineler var, ama 200-300 TL fiyatlarında çok da fazla alternatif yok. 4000 TL'ye kadar gidiyor fiyatlar.
Düşük fiyatlı makineler genelde kapsül kahve kullanıyor, ama bu da kapsül kahveye bağımlı olmak demek, sınırsız espresso dünyasından kopalım mı yani :(
Üstelik mesela Nespresso'nun 1 kapsülü 1,35 TL civarında.
Listedekilerden en mantıklısı Delonghi gibi geliyor, ama bir yandan da 15 bar basıncın çok yetersiz olduğu gerçeği var. Min. 19 civarı olması gerekiyormuş araştırmalarıma göre, ki Nespresso da bu basınçta.
Kapsülsüz makinelerde dezavantaj kahvenin tazeliğini kaybetmesi. Bunu engellemek için kahveyi içmeden hemen önce öğütmek en mantıklısı. Hoop konu yine geldi mi ekstra masrafa, kahve öğütme makinesi..

Çok kararsızım dostlar, kısıtlı bütçeyle keyif insanı olmak zor iş şu hayatta. 


Makinemi alınca bir kahve içmeye beklerim, sevgiler :)









Urfa'da Gezerken



Urfalıyam tahtım yok
Tüfengim var bahtım yok
Yar göğsüne gül dolmuş
Bir ben kadar bahtım yok
Urfa’ya önyargılarımla gittim. Bana ne dedilerse, ne öğrendimse hepsini aklımın bir kenarında tuttum öyle gittim. Önyargılarımdan utandım, yıkmak için gittim. Korkular, önyargılar bizi bağımlılaştırır. Uzaktan bakarız, bilmeyiz ama konuşuruz. “O şöyledir bu böyledir.” deriz. Zerre kadar da utanmayız. Çok zaman böyle yaşar gideriz. Bazen durup düşününce, anlık bir hisle utanırız; bu kadar farkında olmamaktan, bu kadar yüzeysel olmaktan..

Ben bu yüzden gezmeyi severim. Çok okurum diyebilirim, ama çok bilmem. “Çok gezen mi çok okuyan mı?” deseniz “Çok gezen!” derim. Öğrenmek için gezerim, gezemesem de hayalini kurarım. “Büyüyünce gezgin olcam ben..” derim. Ama gezgin olmam, gider bir yerde çalışırım, günde en az 10 saat küçük bir ofiste oturur öyle zamanımı öldürürüm.

Ve yine konuyu dağıttım. Konumuz güzeller güzeli Urfa. Gidip birkaç gün kalmakla anlayamayacağınız karmakarışık Urfa. Anlamaya çalıştıkça kafanızı daha çok karıştıran Urfa.
Urfa, gezi rotamızın 4. şehriydi. Rota şöyle: Adana, Mersin, Hatay, Urfa, Mardin, Antep
Urfa’ya giderken karışık, fakirce bir şehir, az katlı dışları boyasız evler filan göreceğimi düşünmüştüm. Nedense “medeni” bir şehir planlamasını kurmamışım kafamda hiç Urfa için. Otobüsten inip çarşıya giden dolmuşa bindiğimde ilk dumurumu yaşadım. Yüksek, bakımlı binalar, geniş caddeler ve sokaklar, park alanları ve meydanlar, modern bir kent merkezi.


Dikkatimi çeken diğer şey, toplu taşımanın ucuzluğuydu. Urfa’da otobüse bindiğinizde sadece kadınların ve çok yaşlı erkeklerin oturduğunu görüyorsunuz. Bir kadın olarak ayaktaysanız hemen biri yer veriyor. Buna belki pozitif ayrımcılık olarak bakabiliriz, ama bence diğer yandan da kadın-erkek farkının ne kadar keskin olduğunun bir göstergesi. Urfa’da şehir merkezini iki bölge olarak düşünebilirsiniz. Bir bölge yeni merkez, günlük hayatın aktığı, Urfa’da yaşayanların alışverişlerini yaptığı, gezdiği yerler. Diğer bölge ise tarihi kısım, ki Balıklı Göl ve taş mimariye sahip binalar bu tarafta kalıyor.
Çarşıdan Balıklı Göl’e gitmek için yine otobüse biniyorsunuz. Ve “diğer taraf”. Ben ilk defa bu bölgeye gelmiş biri olarak, o binaların renklerine, yerleşimine, genel atmosferle uyumuna hayran kaldım. Etrafınıza baktığınızda sarı-kahve toprak tonlarında bir kent görüyorsunuz. İnsan kasvetle huzur karışımı bir ruh hali içine giriyor. Burada hissettiğim kasveti kendimce sorguladım, sebebini bulamadım. Belki form-renk ve his arasında bir bağlantısı vardır, bilemem.
Balıklı Göl’ü hayranlıkla gezdik. Ocak sonu olmasına ve İstanbul’dakilerin karla soğukla uğraşmasına rağmen Urfa’da hava açık ve ılıktı. İçimizde bir neşe bir neşe. Çevrede bir sürü değişik diller, kıyafetler, renk cümbüşü. Günlerden Pazar, hava da açık olunca baya kalabalıktı. Türk, Kürt, Arap, Zaza, Avrupalı ve tabii ki Japon turistler.. Urfa’nın bu kısmında iki kız gezmek bazen can sıkıcı olabiliyor. Özellikle genç erkeklerin bakışları rahatsız edebiliyor. Görmezden gelmeye çalışarak yolunuza devam ediyorsunuz. Erkeklerin yaşı arttıkça sizi normal karşılama oranları da artıyor. Urfa’da ve diğer şehirlerde 30 yaş ve üstü hiçbir erkek rahatsız edici bir tavırda bulunmadı örneğin. Hatta bu yaş daha da aşağıya çekilebilir. Çünkü her yerde olduğu gibi burada da “o” erkekler 20li yaşlar civarında.

Balıklı Göl’ün etrafında fotoğraf çekerken çocuk rehberlerden biri yanımıza geldi. “Bozuk paramız” yok dedik, “Olsun kiminin parası kiminin duası” dedi. Peki dedik, başladık beraber gezmeye. Anlattığına göre Urfa belediyesi bu çocukları turistlere yardımcı olmaları için eğitmiş, Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca rehberlik yapıyorlar. Zehir gibi çocuklar hepsi, gerçekten de bu dillerde anlatabiliyorlar oraları. Bizim rehberimiz Apo, nam-ı diğer Meşhur 13 yaşındaydı. Ailesi İstanbul’daymış, babası sıra gecelerinde enstrüman çalıp türkü söylüyormuş. Meşhur İstanbul’u hiç sevmediği için Urfa’da kalıyormuş akrabalarıyla. “Bizim buralar cennettir.” dedi bize. Gezerken gözlerim arapların süslü parlak elbiselerine, erkeklerin çoğunun taktığı değişik renklerdeki başörtülere, 5 yaşındaki çocukların bile giydiği şalvarlara takıldı.

Balıklı Göl İbrahim peygamberle özdeşleştirilmiş bir yer. Her parçasından bir peygamber hikayesi var. Hikayeye göre dönemin hükümdarı Nemrut İbrahim’i kalenin tepesinden mancınıkla ateşe attırır. İşte o ateş göle, odunlar da balığa dönüşür ve Balıklı Göl böylece ortaya çıkar. İbrahim’in arkadaşı, Nemrut’un kızı Zeliha ise diğer gölün isim kaynağı. İbrahim’in öldürüldüğünü düşünüp aynı tepeden kendini atan Zeliha’nın düştüğü yer, Ayn Zeliha, Zeliha’nın gözyaşları anlamına geliyormuş. Balıklı Göl’le ilgili ayrıntılı hikayeye internetten ulaşabilirsiniz.
Balıklı Göl etrafında ayrıca Halil-ül Rahman Camii, Rızvaniye Camii, İbrahim’in doğduğu mağara ve kale ziyaret edilesi yerler. Buralar hakkında yüz kez yazılmış bilgileri tekrarlamamak adına sizi şuraya yönlendiriyorum.
http://www.meleklermekani.com/guneydogu-anadolu/159526-sanliurfada-gezilecek-gorulecek-yerler.html

Ve bedesten çarşılarına geçiyorum. Bu çarşılarda ne ararsanız var. Çeşit çeşit takılar, kumaşlar, tabii ki bakırdan yapılmış envai çeşit eşyalar, isotçular, kahveciler, halıcılar, sürmeciler kozmetikçiler, ve kaçakçılar. Süslü parlak takılarla hiç işi olmayan ben, atmosferin etkisinden midir nedir, kendimi parlak altın sarısı her tarafından süsler fışkıran şöyle şeylere bakarken buldum.

Çarşı çok da ucuz, gelin görün ki 2 liraya sattıkları MAC marka rimellerin çakma değil kaçak olduğunu iddia eden satıcılar var her yerde :) Ben ilk gün sürme, takı, bir de arapların giydiği tabii ki üzerinde parlak sarıdan desenler bulunan patiklerden aldım. El yapımı bakır zarflara yerleştirilmiş porselen fincanlara bayıldım, asla kullanmayacağımı bildiğim halde biraz param olsa affetmeyip alırdım. İnsan o atmosferde normal kimliğinden uzaklaşıp oradakiler gibi zevklere sahip birine dönüşebiliyor birden. Bu arada Ezgi’nin yediği kazığı da size ders olsun diye anlatmadan geçmeyeyim.
Bizi parasız gezdiren hayırsever rehberimiz Meşhur “Amman abla sakın öyle her yerden biber salçası isot menengiç falan almayın kötüsünü satıyorlar evde yaptık diye turistleri kandırıyorlar.” diye bizi İsot Evi diye bir dükkana götürdü. İstanbul’da hediye etmek için menengiç alacaktık. Şekeroğlu marka menengiç kahvesinin kavanozu burda 15 liraydı, benim zaten param az diye almadım, Ezgi bir kavanoz aldı. Sonraki gün öğrendiğimiz bir dükkanda 8 liraydı! Siz siz olun iyice gezmeden araştırmadan almayın. Hele İsot Evi’nden hiçbir şey almayın. Çünkü abartısız sattıkları her şey diğer yerlerden çok daha pahalı. Ve sanırım kalite farkı da yok.
Balıklı Göl ve çarşıyı dolandıktan sonra artık ayaklarımıza kara sular inmişti, Hatay’dan Urfa’ya gelişimiz de 7 saat sürdüğü için artık dayanamayıp eve gitmeye karar verdik. Siverek ilçesinde bir ailenin evinde misafir olarak kaldık. Terminalden Siverek dolmuşuna binip 95 km’lik yolculuğumuza başladığımızda, “Eh artık ilçede olduğuna göre orası kesin köy gibi yerdir, acaba evde tuvalet banyo var mıdır, ailenin 8 çocuğu var nasıl sığcaz biz, neyse olmazsa 2. gece otele geçeriz” diye düşünüp duruyordum. Siverek’e gittiğimizde yine dumur oldum. Bu ilçede de geniş ferah caddeler, düzenli sokaklar filan vardı. Asıl dumuruysa eve vardığımızda yaşadım. 200 metrekarelik evde benim odamdan büyük bir banyo, güzel döşenmiş bir salon, o salonda bir evde gördüğüm en büyük plazma ve tüm kanalları kapsayan Digitürk vardı!! Ailede baya çocuk olduğu için tanışmamız 15 dk sürdü. Sonra hemen sofra kuruldu. Yere hiçbir şey koymadan direk örtü serip çorbaları getirdiler. Bileğim sakat olduğu için binbir zorlukla oturup yemeğimi yedim. Yediğim en güzel mercimek çorbalarından biriydi, sırrı baharatları. Oralarda her yemeğe çeşit çeşit baharat katıyorlar. Ev sahibi abla Karadeniz yemeklerinden nefret ettiğini, çok yağsız tatsız tuzsuz olduğunu söyledi. Zeytinyağlı fasulyeye salça katmamamıza şaşırdı :) Urfa’da yağ ve salça vazgeçilmez ikili. Tabii bir de isot.
Urfa’da 2. günümüz için planımız Harran’a gidip oradaki kubbe yapılı evleri ve üniversiteyi görmekti. Ama havanın yağmurlu ve soğuk olması bizi vazgeçirdi. Sabahın ilk saatlerinde Siverek çarşısını gezdik. Sonra dolmuşumuza atlayıp Urfa’ya geçtik.

Siverek’te bir caminin avlusu
                                                                                                                                                               Siverek Pia Sam :)
Önceki gün doyamadığımız o eski Urfa bölgesini doya doya gezdik. Bakırcılarda kendimizi kaybettik. Balıklı Göl’ü bir de tenhayken gezdik. O kadar güzel ki, insan her halini seviyor. Kaleye çıktığınızda önünüze serilen Urfa manzarası diğer tüm düşüncelerinizin önüne geçiyor. Hayatınıza dair tüm endişeleriniz hesaplarınız o an yok oluyor, sadece gördüklerinizi daha çok görmek, daha iyi anlamak istiyorsunuz. İnsanı gezme tutkunu yapan, hayatını gezebilecek şekilde kurmaya yönelten işte bu his olsa gerek.
Çarşılarda gezip kaybolup yorulduğumuzda, ilk aklımıza düşen yer Gümrük Han. Eşkıya’yı izleyenler burayı hatırlarlar. O labirentimsi çarşılarda hanın girişini bulmak da çok kolay değil. Bulup avlusuna girdiğinizde bir daha çıkmak istemeyebilirsiniz. Avludaki tuhaf alçak tabureler ilgimi çekti. Nasıl oturulacağı hakkında fikrim yoktu. Oturduğumda hissettiğim konfor beni baya şaşırttı. Bir tasarımcı olarak “Demek bazen kullanıcıya kullanım biçimi hakkında çok iyi mesaj vermeyen objeler de ergonomik olabilirmiş.” diye nacizane bir çıkarım yaptım. Hemen birer menengiç kahvesi ısmarladık. Sonra birer tane daha!
                                                                                                                                                                                                 Gümrük Han
Menengiç kahvesi yabani bir fıstığın kurutulup ezilmesiyle hazırlanıyor. Pişirilmeden önce macun kıvamında ve yağlı, pişirildiğinde de fıstığımsı tatlı bir aroması var. Biraz ağır diyebiliriz yağlı ve aromatik olduğu için. Pişirme ve sunumu Türk kahvesine benziyor. Tadına doyulmuyor :) Kahvede bize servis yapan bizim yaşlarımızdaki çocukla biraz muhabbet ettik, kahve almak istediğimizi söyleyince bizi onların çay kahve aldığı dükkana götürdü. İşte Ezgi’nin 15 liraya aldığı malum menengiç burada 8 liraydı! Aynı marka aynı gramaj. Dükkanın sahibi kartvizitini verdi, istersek İstanbul’a menengiç, salça, çay, isot vs gönderebilirmiş. İsteyen bana ulaşabilir :)
Gümrük Han, Eşkıya demişken şu türküyü paylaşmadan geçemem, Fırat ağıtı..

Mutlaka dinlemenizi öneriyorum. Erkan Oğur zaten neyi seslendirirse en iyi seslendiriyor.
Urfa’da bir günden sonra yine Siverek’e dönüyoruz. Siverek’te evinde kaldığımız arkadaşım Bahar’ın babası da şansımıza o akşam evdeydi. Kendisi ticaretle uğraşıyor, bize de Urfa’daki ticaret hayatıyla ilgili birçok bilgi verdi. İki gündür gördüklerim kafamı çok karıştırmıştı, bir yanda o zamana kadar kafamda oluşan Urfa imajı, biraz fakir, eksik; bir yanda çarşılarda gördüğüm canlı ticaret hayatı, her şeyden bol bol alan halk. Gülü amcanın anlattığına göre, insanların her şeyden öyle bol bol almasının sebebi hem ihtiyaç, hem de ucuzluk. Örneğin yazları kiloyla sebze meyve almak gibi bir adetleri yokmuş, kasayla alırlarmış direk. Ama bizim İstanbul’da kiloyla ölçüp verdiğimiz parayı onlar kasayla aldıklarında veriyorlarmış. Urfa zaten bir tarım kenti, Urfa’da yetişip Antep’te işleniyormuş ürünler. “Peki herkes sizin gibi böyle geniş güzel evlerde mi oturuyor, genel ekonomik durum nasıl?” diye sorduğumda, şehirde oturanların ortalama bir standardı olduğunu, ama köylerdekilerin genelde daha fakir olduğunu söylüyor. 500 lirayla geçinen bir sürü kalabalık aile varmış örneğin.
Sonrasında konu dillere geliyor. Gülü amca Zaza, eşi ise Kürt. Dolayısıyla evdeki herkes Türkçe, Kürtçe, Zazaca biliyor. Ama anlattıklarına göre, özellikle köylerde yaşayan kadınlar Türkçe bilmiyorlarmış. Dışarıdaki hayatla birebir bağlantı içinde olmayan, ticaretle çarşı pazarla uğraşmayan bu kadınlar hayatlarını Türkçe’ye ihtiyaç duymadan sürdürebiliyorlarmış. Bu durumda çocukları da Türkçe bilmiyormuş. Çocuklar okula başladığında ilk senelerde öğretmenleriyle iletişim kuramadıkları için okuma yazma öğrenmeleri bile seneler alıyormuş. Bahar’ın da anlattığına göre onların sınıfındaki köylerden gelen çocuklar da iletişim kopukluğu yaşadıkları için çok erken yaşlarda okuldan nefret ediyorlarmış. Uzaktan bakınca “Ne var yani, öğretsin aileleri Türkçe o zaman.” demek bizlere çok kolay geliyor. Ama maalesef oradaki hayat tarzları, şartlar bu durumları ortaya çıkarıyor ve bu çocuklar erken yaşlarda okuldan soğuyorlar, çok az bir kısmı eğitimlerine başarılı bir şekilde devam edebiliyorlar. Sonrasında ise eğitim seviyeleri arasında büyük farklar olan bölgeler ortaya çıkıyor.

Urfa’da öğrendiklerimi özümsemek için bir kenara yazıyorum, kafam karışmış halde yeniden yola çıkıyorum. Ver elini Viranşehir, Kızıltepe, Mardin..