Geçenlerde "Yürüyüşe Övgü" yü okurken yeni biriyle
tanıştım, Henry David Thoreau.
Belki bu zamana kadar tanışmamış olmamız
utanç verici ama bir şekilde karşıma çıkmamıştı. Zaten sürekli bir şeylerin
peşinde koşarken hep başka şeyleri kaçırırız.
Hep koşmamız gerektiği hissi bizi
sardığında algılarımız kapanır, duyularımız yüzeyselleşir. Mesela koşarken yağmur yağarsa o yağmur
bir engeldir, üzerinize sıçrayan sudur ya da trafiğin kaynağı. Yağmurun
güzelliği, su damlalarınız yer çekimiyle üzerinize ve tüm dünya örtüsüne
düşmesi, ıslanmanız ve serinlemeniz ya da üşümeniz anlamsızlaşır. Yağmur
doğadan bir hediye değil bir eziyettir. Ama işte yağmurun güzelliğini
hissetmemiz için durmamız gerekiyor ya da en azından yavaşlamamız.
Konuyu dağıtmayayım, işte hep böyle okul
iş falan boş işler peşinde koşarken hayatın değerli yanlarıyla karşılaşma
ihtimalimizi azaltıyoruz. Boş iş demişken Bernard Shaw'ın "Çocukluğumdan
beri okula gitmek için eğitimime ara vermek zorunda kalmışımdır." deyişini
hatırlayalım. Velhasıl, bu koşturma içinde kitap okumak, boş boş
dolaşmak hatta sadece boş durup düşünmek bile lüks haline geliyor. Böyle olunca
da Thoreau'yla tanışmam bu zamana kalıyor, daha kimbilir neler neler
kaçırıyorum düşüncesiyle. Neyse konuyu da bir şekilde yeniden Thoreau'ya
bağladık. Kıpss.
Thoreau 1800'lü yılların başında
Amerika'da doğmuş bir düşünür, yazar, doğasever, kölelik karşıtı ve sivil
direnişçi. Sivil İtaatsizlik adlı denemesi bu
alanda öncülük etmiş ve kendinden sonraki bir çok düşünce insanını etkilemiş.
Bir de Walden isimli başyapıtı var, bir göl kenarına inşa ettiği kulübesinde yaşadığı iki yılda
yazmış. Okuma listesine alındı.
Şöyle bir de deyişi var:
"I went to the woods because I wished
to live deliberately, to front only the essential facts of life, and see if I
could not learn what it had to teach, and not, when I came to die, discover
that I had not lived. I did not wish to live what was not life, living is so
dear; nor did I wish to practise resignation, unless it was quite necessary. I
wanted to live deep and suck out all the marrow of life, to live so sturdily
and Spartan-like as to put to rout all that was not life, to cut a broad swath
and shave close, to drive life into a corner, and reduce it to its lowest
terms."
Thoreau aynı zamanda bir vergi direnişçisi. İnanmadığı bir devlet yapısının zorunlu tuttuğu ödemelere karşı çıkıyor ve bir gün ödemediği vergiler yüzünden hapse giriyor.
Bu bugünlerde ilgimizi çekmesi gereken bir konu. Birçoğumuz birilerinin
cebine giden vergilerimizin farkındayız ve bu haksızlığa boyun eğiyoruz.
Elektrik faturasına TRT vergisi ekleniyor mesela, yalan haberlerle insanların
beyni doldurulsun diye destek olmuş oluyoruz. Evinde TV olmayan bir insan
olarak TRT vergisi ödemeye devam etmemin absürdlüğü bir yana, o vergiyle
döndürülen işler de yine bana zarar veriyor. Tüm sistem insana ve doğaya karşı
işlerken kitleler olarak bu sisteme vergilerimizle maddi destek veriyoruz. Bu konuda ne
yapabiliriz? Bu ortak akılla düşünülmesi
tartışılması gereken bir konu.
Günler anlamsız ve değersiz bir rutinlik içinde akıp giderken bir kitapta 1800'lü yıllarda sivil itaatsizlikten bahsetmiş bir adamla karşılaşmak insanı mutlu ediyor, bir yandan da devletlerin, sistemlerin nasıl temelde hiç değişmediğini hatırlatıyor. Kimbilir ne kadar zamandır bireyler toplum ve devlet yapısıyla ezilip kendilerini yakan ateşi güçlendirmeye mahkum oluyorlar. Kimbilir ne zamandır en değerli kavram olması gereken insan hayatı ve hakları kolayca çiğneniyor ve insanlar birer sayı olarak görülüyor. Bir insan devlete ödediği x lira vergi, y partisine verdiği 1 adet oy, sistemi ayakta tutan milyonlarca işçiden 1'i ve daha birkaç sayısal değer.
Ama umutsuz da değilim, içine doğduğum ve parçası olduğum saçmalık silsilesini merak ediyorum ve anlarken bir yandan acı çekip bir yandan eğleniyorum. Bir gün 1800'lerden bir direnişçiyle tanışmak bana büyük bir zevk veriyor, kapıldığım günlük rutine uzaktan bakma şansı yakalıyorum. Yarın nelerle karşılaşacağız kimbilir?
Özellikle yarın?