29 Mart 2014 Cumartesi

Thoreau Ne Diyor?


  

Geçenlerde "Yürüyüşe Övgü" yü okurken yeni biriyle tanıştım, Henry David Thoreau.
Belki bu zamana kadar tanışmamış olmamız utanç verici ama bir şekilde karşıma çıkmamıştı. Zaten sürekli bir şeylerin peşinde koşarken hep başka şeyleri kaçırırız.

Hep koşmamız gerektiği hissi bizi sardığında algılarımız kapanır, duyularımız yüzeyselleşir. Mesela koşarken yağmur yağarsa o yağmur bir engeldir, üzerinize sıçrayan sudur ya da trafiğin kaynağı. Yağmurun güzelliği, su damlalarınız yer çekimiyle üzerinize ve tüm dünya örtüsüne düşmesi, ıslanmanız ve serinlemeniz ya da üşümeniz anlamsızlaşır. Yağmur doğadan bir hediye değil bir eziyettir. Ama işte yağmurun güzelliğini hissetmemiz için durmamız gerekiyor ya da en azından yavaşlamamız.

Konuyu dağıtmayayım, işte hep böyle okul iş falan boş işler peşinde koşarken hayatın değerli yanlarıyla karşılaşma ihtimalimizi azaltıyoruz. Boş iş demişken Bernard Shaw'ın "Çocukluğumdan beri okula gitmek için eğitimime ara vermek zorunda kalmışımdır." deyişini hatırlayalım. Velhasıl, bu koşturma içinde kitap okumak, boş boş dolaşmak hatta sadece boş durup düşünmek bile lüks haline geliyor. Böyle olunca da Thoreau'yla tanışmam bu zamana kalıyor, daha kimbilir neler neler kaçırıyorum düşüncesiyle. Neyse konuyu da bir şekilde yeniden Thoreau'ya bağladık. Kıpss.

Thoreau 1800'lü yılların başında Amerika'da doğmuş bir düşünür, yazar, doğasever, kölelik karşıtı ve sivil direnişçi. Sivil İtaatsizlik adlı denemesi bu alanda öncülük etmiş ve kendinden sonraki bir çok düşünce insanını etkilemiş. Bir de Walden isimli başyapıtı var, bir göl kenarına inşa ettiği kulübesinde yaşadığı iki yılda yazmış. Okuma listesine alındı.

Şöyle bir de deyişi var:
"I went to the woods because I wished to live deliberately, to front only the essential facts of life, and see if I could not learn what it had to teach, and not, when I came to die, discover that I had not lived. I did not wish to live what was not life, living is so dear; nor did I wish to practise resignation, unless it was quite necessary. I wanted to live deep and suck out all the marrow of life, to live so sturdily and Spartan-like as to put to rout all that was not life, to cut a broad swath and shave close, to drive life into a corner, and reduce it to its lowest terms."

Thoreau aynı zamanda bir 
vergi direnişçisi. İnanmadığı bir devlet yapısının zorunlu tuttuğu ödemelere karşı çıkıyor ve bir gün ödemediği vergiler yüzünden hapse giriyor.
Bu bugünlerde ilgimizi çekmesi gereken bir konu. Birçoğumuz birilerinin cebine giden vergilerimizin farkındayız ve bu haksızlığa boyun eğiyoruz. Elektrik faturasına TRT vergisi ekleniyor mesela, yalan haberlerle insanların beyni doldurulsun diye destek olmuş oluyoruz. Evinde TV olmayan bir insan olarak TRT vergisi ödemeye devam etmemin absürdlüğü bir yana, o vergiyle döndürülen işler de yine bana zarar veriyor. Tüm sistem insana ve doğaya karşı işlerken kitleler olarak bu sisteme vergilerimizle maddi destek veriyoruz. Bu konuda ne yapabiliriz? Bu ortak akılla düşünülmesi tartışılması gereken bir konu.

Günler anlamsız ve değersiz bir rutinlik içinde akıp giderken bir kitapta 1800'lü yıllarda sivil itaatsizlikten bahsetmiş bir adamla karşılaşmak insanı mutlu ediyor, bir yandan da devletlerin, sistemlerin nasıl temelde hiç değişmediğini hatırlatıyor. Kimbilir ne kadar zamandır bireyler toplum ve devlet yapısıyla ezilip kendilerini yakan ateşi güçlendirmeye mahkum oluyorlar. Kimbilir ne zamandır en değerli kavram olması gereken insan hayatı ve hakları kolayca çiğneniyor ve insanlar birer sayı olarak görülüyor. Bir insan devlete ödediği x lira vergi, y partisine verdiği 1 adet oy, sistemi ayakta tutan milyonlarca işçiden 1'i ve daha birkaç sayısal değer. 

Ama umutsuz da değilim, içine doğduğum ve parçası olduğum saçmalık silsilesini merak ediyorum ve anlarken bir yandan acı çekip bir yandan eğleniyorum. Bir gün 1800'lerden bir direnişçiyle tanışmak bana büyük bir zevk veriyor, kapıldığım günlük rutine uzaktan bakma şansı yakalıyorum. Yarın nelerle karşılaşacağız kimbilir? 

Özellikle yarın?

21 Mart 2014 Cuma

Susun, herkes sussun!

Tuhaf şeyler oluyor dostlar, tuhaf zamanlarda yaşıyoruz.

Her şey normalmiş gibi yaşamaya karar verdiğim her an, gözümü kapatıp açana kadar yeni bir şokla karşılaşıyorum. İşte öyle bir zaman.

Dünkü parkların birden kışlaya dönüştürüleceği tutuyor. "Ağaçları kesmeyin." deniyor, diyeni vuruyorlar. Meydanlarda yürüyorsunuz, "Durun!" diyorlar. Vurulana ağlanıyor, "Susun." diyorlar. Susulur, susulur tabii.. Susmak için bile bazı şartlar gerekir ama, o şartlar olsa kim neden bağırsın, susulur.

"Susun." diyorlar, susmanıza izin vermiyorlar. Başınızı çeviriyorsunuz, haksızlıklara gözlerinizi kapatmaya çalışıyorsunuz, hep bağırarak yaşanmaz biliyorsunuz; ama ne yana dönseniz o yandan vuruyorlar.

Bazı oğullar milyonlara lira diyor, siz haftada en az 45 saat karın tokluğuna çalışıyorsunuz. Ama susmanız gerekiyor.

Kazandığınız üç kuruşun da üçte birini devlete haraç veriyorsunuz; devlet diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Tek rakamlı enflasyonlar çıkıyor nasıl oluyorsa, üç kuruşa çalışıyordunuz ya, ona da enflasyon oranında zam alıyorsunuz. Fakirleşiyorsunuz, ama susmanız gerekiyor.

"Para nedir ki.." diyorsunuz, herkeste biraz olsa neden yetmesin. Herkese biraz vermiyorlar, açlıktan insanlar ölüyor. Ama susun diyorlar, susmanız gerekiyor.

Fırsat eşitsizliği almış yürüyor, para hep en çok konuşuyor, etik nedir unutuluyor. Ama "money talks" diyorlar, susmanız gerekiyor.

Eğitim, bilim var diyorsunuz; bir bakıyorsunuz ilkokullarda dağıtılan kitaplar bile ahlaksızlık abidesi. Bir bakıyorsunuz 9 yaşındaki çocukların okuyacağı kitaplarda bakirelikten bahsediliyor. Çocuklar okullarda zehirleniyor, toplum yapısı diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Dinler çirkinleşiyor,insanlar çirkinleşiyor. Mantığın yerini yobazlık alıyor. Kitapta yazanı evirip çevirip önünüze koyuyorlar. Din bizim diyorlar, tanrıyı da biz biliriz. Bilirler tabii.. Susmanız gerekiyor.

Çocuklar gelin oluyor, tecavüzcüler babalığı hak ediyor. Kadın bedenleri metalaştırılıyor. Kadınlık onurunuzu incitiyorlar. Ama "Kadın evinin süsüdür." diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Dünkü dostlar düşman oluyor, insanlar kinle doluyor. Yüzde ellimiz diyorlar, susmanız gerekiyor.

Sanatı özlüyorsunuz, sinemaları yıkıyorlar. Tiyatroları sansürlüyorlar. Heykellere ucube diyorlar. Kalbinizi sertleştirmeye çalışıyorlar. Susmanız gerekiyor.

İstediğiniz sadece onurlu, insanca bir hayat sürmek olabilir. Çok az şeyle yetinmeye hazır olabilirsiniz. Kendi küçük dünyanıza çekilmek bile belki yeterli olabilir. Ama size o küçük dünyayı vermiyorlar. En mahreminize kadar giriyorlar. "Susun!" diyorlar, susmanız gerekiyor.

Susun! Herkes sussun! Susmanız gerekiyor.
Susmassanız önünüzü keserler, fişlerler, başınızdan vururlar, tecavüz ederler, yollu derler, gözaltına alırlar, işinizden olursunuz, belki açlıktan ölürsünüz, gavur olursunuz, öteki olarak kalırsınız, meydandaki marjinal olarak kalır adınız.
Haydi hep beraber susalım mı?






29 Mart 2014 Cumartesi

Thoreau Ne Diyor?


  

Geçenlerde "Yürüyüşe Övgü" yü okurken yeni biriyle tanıştım, Henry David Thoreau.
Belki bu zamana kadar tanışmamış olmamız utanç verici ama bir şekilde karşıma çıkmamıştı. Zaten sürekli bir şeylerin peşinde koşarken hep başka şeyleri kaçırırız.

Hep koşmamız gerektiği hissi bizi sardığında algılarımız kapanır, duyularımız yüzeyselleşir. Mesela koşarken yağmur yağarsa o yağmur bir engeldir, üzerinize sıçrayan sudur ya da trafiğin kaynağı. Yağmurun güzelliği, su damlalarınız yer çekimiyle üzerinize ve tüm dünya örtüsüne düşmesi, ıslanmanız ve serinlemeniz ya da üşümeniz anlamsızlaşır. Yağmur doğadan bir hediye değil bir eziyettir. Ama işte yağmurun güzelliğini hissetmemiz için durmamız gerekiyor ya da en azından yavaşlamamız.

Konuyu dağıtmayayım, işte hep böyle okul iş falan boş işler peşinde koşarken hayatın değerli yanlarıyla karşılaşma ihtimalimizi azaltıyoruz. Boş iş demişken Bernard Shaw'ın "Çocukluğumdan beri okula gitmek için eğitimime ara vermek zorunda kalmışımdır." deyişini hatırlayalım. Velhasıl, bu koşturma içinde kitap okumak, boş boş dolaşmak hatta sadece boş durup düşünmek bile lüks haline geliyor. Böyle olunca da Thoreau'yla tanışmam bu zamana kalıyor, daha kimbilir neler neler kaçırıyorum düşüncesiyle. Neyse konuyu da bir şekilde yeniden Thoreau'ya bağladık. Kıpss.

Thoreau 1800'lü yılların başında Amerika'da doğmuş bir düşünür, yazar, doğasever, kölelik karşıtı ve sivil direnişçi. Sivil İtaatsizlik adlı denemesi bu alanda öncülük etmiş ve kendinden sonraki bir çok düşünce insanını etkilemiş. Bir de Walden isimli başyapıtı var, bir göl kenarına inşa ettiği kulübesinde yaşadığı iki yılda yazmış. Okuma listesine alındı.

Şöyle bir de deyişi var:
"I went to the woods because I wished to live deliberately, to front only the essential facts of life, and see if I could not learn what it had to teach, and not, when I came to die, discover that I had not lived. I did not wish to live what was not life, living is so dear; nor did I wish to practise resignation, unless it was quite necessary. I wanted to live deep and suck out all the marrow of life, to live so sturdily and Spartan-like as to put to rout all that was not life, to cut a broad swath and shave close, to drive life into a corner, and reduce it to its lowest terms."

Thoreau aynı zamanda bir 
vergi direnişçisi. İnanmadığı bir devlet yapısının zorunlu tuttuğu ödemelere karşı çıkıyor ve bir gün ödemediği vergiler yüzünden hapse giriyor.
Bu bugünlerde ilgimizi çekmesi gereken bir konu. Birçoğumuz birilerinin cebine giden vergilerimizin farkındayız ve bu haksızlığa boyun eğiyoruz. Elektrik faturasına TRT vergisi ekleniyor mesela, yalan haberlerle insanların beyni doldurulsun diye destek olmuş oluyoruz. Evinde TV olmayan bir insan olarak TRT vergisi ödemeye devam etmemin absürdlüğü bir yana, o vergiyle döndürülen işler de yine bana zarar veriyor. Tüm sistem insana ve doğaya karşı işlerken kitleler olarak bu sisteme vergilerimizle maddi destek veriyoruz. Bu konuda ne yapabiliriz? Bu ortak akılla düşünülmesi tartışılması gereken bir konu.

Günler anlamsız ve değersiz bir rutinlik içinde akıp giderken bir kitapta 1800'lü yıllarda sivil itaatsizlikten bahsetmiş bir adamla karşılaşmak insanı mutlu ediyor, bir yandan da devletlerin, sistemlerin nasıl temelde hiç değişmediğini hatırlatıyor. Kimbilir ne kadar zamandır bireyler toplum ve devlet yapısıyla ezilip kendilerini yakan ateşi güçlendirmeye mahkum oluyorlar. Kimbilir ne zamandır en değerli kavram olması gereken insan hayatı ve hakları kolayca çiğneniyor ve insanlar birer sayı olarak görülüyor. Bir insan devlete ödediği x lira vergi, y partisine verdiği 1 adet oy, sistemi ayakta tutan milyonlarca işçiden 1'i ve daha birkaç sayısal değer. 

Ama umutsuz da değilim, içine doğduğum ve parçası olduğum saçmalık silsilesini merak ediyorum ve anlarken bir yandan acı çekip bir yandan eğleniyorum. Bir gün 1800'lerden bir direnişçiyle tanışmak bana büyük bir zevk veriyor, kapıldığım günlük rutine uzaktan bakma şansı yakalıyorum. Yarın nelerle karşılaşacağız kimbilir? 

Özellikle yarın?

21 Mart 2014 Cuma

Susun, herkes sussun!

Tuhaf şeyler oluyor dostlar, tuhaf zamanlarda yaşıyoruz.

Her şey normalmiş gibi yaşamaya karar verdiğim her an, gözümü kapatıp açana kadar yeni bir şokla karşılaşıyorum. İşte öyle bir zaman.

Dünkü parkların birden kışlaya dönüştürüleceği tutuyor. "Ağaçları kesmeyin." deniyor, diyeni vuruyorlar. Meydanlarda yürüyorsunuz, "Durun!" diyorlar. Vurulana ağlanıyor, "Susun." diyorlar. Susulur, susulur tabii.. Susmak için bile bazı şartlar gerekir ama, o şartlar olsa kim neden bağırsın, susulur.

"Susun." diyorlar, susmanıza izin vermiyorlar. Başınızı çeviriyorsunuz, haksızlıklara gözlerinizi kapatmaya çalışıyorsunuz, hep bağırarak yaşanmaz biliyorsunuz; ama ne yana dönseniz o yandan vuruyorlar.

Bazı oğullar milyonlara lira diyor, siz haftada en az 45 saat karın tokluğuna çalışıyorsunuz. Ama susmanız gerekiyor.

Kazandığınız üç kuruşun da üçte birini devlete haraç veriyorsunuz; devlet diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Tek rakamlı enflasyonlar çıkıyor nasıl oluyorsa, üç kuruşa çalışıyordunuz ya, ona da enflasyon oranında zam alıyorsunuz. Fakirleşiyorsunuz, ama susmanız gerekiyor.

"Para nedir ki.." diyorsunuz, herkeste biraz olsa neden yetmesin. Herkese biraz vermiyorlar, açlıktan insanlar ölüyor. Ama susun diyorlar, susmanız gerekiyor.

Fırsat eşitsizliği almış yürüyor, para hep en çok konuşuyor, etik nedir unutuluyor. Ama "money talks" diyorlar, susmanız gerekiyor.

Eğitim, bilim var diyorsunuz; bir bakıyorsunuz ilkokullarda dağıtılan kitaplar bile ahlaksızlık abidesi. Bir bakıyorsunuz 9 yaşındaki çocukların okuyacağı kitaplarda bakirelikten bahsediliyor. Çocuklar okullarda zehirleniyor, toplum yapısı diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Dinler çirkinleşiyor,insanlar çirkinleşiyor. Mantığın yerini yobazlık alıyor. Kitapta yazanı evirip çevirip önünüze koyuyorlar. Din bizim diyorlar, tanrıyı da biz biliriz. Bilirler tabii.. Susmanız gerekiyor.

Çocuklar gelin oluyor, tecavüzcüler babalığı hak ediyor. Kadın bedenleri metalaştırılıyor. Kadınlık onurunuzu incitiyorlar. Ama "Kadın evinin süsüdür." diyorlar. Susmanız gerekiyor.

Dünkü dostlar düşman oluyor, insanlar kinle doluyor. Yüzde ellimiz diyorlar, susmanız gerekiyor.

Sanatı özlüyorsunuz, sinemaları yıkıyorlar. Tiyatroları sansürlüyorlar. Heykellere ucube diyorlar. Kalbinizi sertleştirmeye çalışıyorlar. Susmanız gerekiyor.

İstediğiniz sadece onurlu, insanca bir hayat sürmek olabilir. Çok az şeyle yetinmeye hazır olabilirsiniz. Kendi küçük dünyanıza çekilmek bile belki yeterli olabilir. Ama size o küçük dünyayı vermiyorlar. En mahreminize kadar giriyorlar. "Susun!" diyorlar, susmanız gerekiyor.

Susun! Herkes sussun! Susmanız gerekiyor.
Susmassanız önünüzü keserler, fişlerler, başınızdan vururlar, tecavüz ederler, yollu derler, gözaltına alırlar, işinizden olursunuz, belki açlıktan ölürsünüz, gavur olursunuz, öteki olarak kalırsınız, meydandaki marjinal olarak kalır adınız.
Haydi hep beraber susalım mı?